27 Eylül 2012 Perşembe


            ÖLÜM NEDEN YARATILDI?
Yukarıdaki başğı tekrar okuyun ve üzerinde biraz düşünün. Kur’an, ölümden ‘yaratılmış bir mahlûk’ olarak bahseder. Sahi ölüm niçin yaratıldı? 
Şimdi bir de sadece ‘yaratıldı’ kelimesini okuyun ve birkaç defa manasını düşünerek tekrar edin. Bu kelime zihninizde neyi çağştırıyor? Ya da soruyu şöyle sorayım, ‘yaratıldı’ kelimesi zihninizde negatif bir çağşım oluşturuyor mu? İsterseniz yaratılmış olan şeyleri bir bir sayın. Ben düşündüm ve hatta saymaya çalıştım; zihnime negatif bir çağşım gelmedi. Nedense ‘yaratıldı’ deyince çiçekler, böcekler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, gökyüzünde ve yeryüzünde bulunan varlıklar ve göğün ve yerin kendisi aklıma gelir. Ve hepsi de müspet çağşımlardır yani varlık cinsinden şeylerdir. Yokluk, yaratılma ile birlikte anılmaz. Olmayan şeyin yaratılmışğından da bahsedilmez. Yatılmışlık bir şeyin yokluktan çıkarılıp vücut kazandırılması anlamına gelir. Yani sıfırdan bire, eksiden artıya ya da artıdan daha büyük bir artıya geçişi ifade eder.  
Peki, musibetler, hastalıklar, ölümler, zulümler, şerler birer yaratık değil mi, diye sorarsanız derim ki evet onlar yaratıktır ama onlara yüklenen negatif anlamlar yaratık değildir. Yani onların yaratılmasında negatiflik yok. Bizim onlara yüklediğimiz menfi anlamları, haricî bir varlıkları yoktur. Bize öyle gelmektedir. Fotoğrafın tümüne bakamamaktan kaynaklanan vehimlerdir onlar. Ana konu bu olmadığı için burada kısa kesip yine konuya döneceğim. Dileyen Bediuzzaman’ın eserlerine ve bilhassa Kader Risalesi’ne müracaat edebilir.
Evet, hastalık kula eziyet olsun diye verilmemiş. Daima şifa veren ve şafi olan Rabbimizi tanıyalım diye verilmiş. Musibetler lezzetlere kapı açsın diye yaratılmış. Cehennem de cenneti istetmek için yaratılmış. Mealen: “Allah bir kulunu sevindirmek isterse önce devesini kaybettirir, sonra buldurur.” hadisinin de rehberliğiyle elimizde olan, verilmiş olup da fark etmediğimiz nimetin farkına varalım ve vereni tanıyıp ona yönelelim diye verilmiştir musibetler. Elbette başka hikmetleri de var. Eşyanın zıddıyla tanınması, günahlara kefaret olması gibi.
Evet, elemin gidişi lezzeti doğurur, ıstırabın kalkması memnuniyete kapı açar, sıkıntının giderilmesi neşe verir ve insan ıstırabı nispetinde onun kalkmasından dolayı ferahlar, memnun olur. Bunlar bize ıstırabın, elemin, musibetin anlamını anlamamıza yardımcı unsurlar. Hatta diyebiliriz ki açlık ve susuzluk gibi fıtri hâller de bir nevi eziyettir ve nimetin farkındalığı için şarttır. Tüm bunlar menfiliklerin varlığının hikmetleri olup o menfilikleri müspete dönüştürürler.
İkinci bir husus Allah’ın esmasının mahlûkatı ve hâllerini gerektirmesi durumudur. Merhamet, muhtaçların varlığını gerektirir. Şafi ismi hastalıkları ister, cömertlik de ihsana muhtaç olanların varlığını gerektirir. İşte menfiliklerin yaratılışının bir hikmeti de bu. Açlık olmadan nimet fark edilmez, nimet fark edilmeden de Mün’im ve Rezzak olan Rab bilinmez.
Özetle musibetler ve menfilikler birer kamçıdır ve bizi Yaratıcı’nın rahmetine sevk eder. Bize O’nu bildirir, tanıttırır. Yaratıcı, ihsan etmekten ve merhametle mukabele etmekten kutsi bir telezzüz duyar ve kulların daimi olarak kendine yönelmesini ister. Yaratıcı’nın birçok hikmete binaen musibetleri yarattığını anlayabiliriz.
Peki ya ölüm?       
Tüm musibet kabilinden menfilikleri bize göre negatife dönüştüren hatta müspet olanları da daha beter menfiliklere dönüştüren ölüm niye var ve nasıl müspet bir yaratılış olarak takdim edilmekte? Ondaki negatifliği nasıl gidereceğiz? Yaratma fiili ile ölümü nasıl telif edip uyuşturacağız? Yan yana pek de hoş durmuyorlar gibi.
Şimdi hayatınızdan ölümü çıkarın ve farz edin ki ölüm öldürülmüş ya da hiç var olmamış olsun. Madem ölüm yaratıktır ve pozitif bir varlıktır, ölümün yokluğu hayatımıza nasıl bir eksiklik getirecek. Ölümün hayattan çıkması hayatımızdan neyi alıp götürecek. Eğer bunu anlayabilirsek ne kattığını da anlayabiliriz.
Hikmet açısından birçok şeyi sayabiliriz. Yaşlıların çektiği eziyetten tutun duygusal açıdan yaşayacağımız elemlere kadar birçok sebep sayabiliriz. Ama Yaratıcı’nın esmasına bakan yönüyle ne gibi bir eksiklik yaşarız sorusu en doğru yaklaşım olacaktır. Zira yaratılışın nihai gayesi Yaratıcı’ya bakar. Biz Yaratıcı’ya ihtiyacımız nispetinde; acımız, elemimiz nispetinde müracaat eder, O’na şükrederiz, yöneliriz. Ancak ebedî ve sonsuz bir yönelişin olabilmesi için ebedî ve sonsuz bir ıstırabın var olması gerekir.
Yaratıcı’nın bekası ve sonsuzluğu ancak ölümün eliyle bize sunulur. Zira ölüm bize ebedî yokluğu hatırlatır hatta hissettirir. Kendimizin ve sevdiklerimizin ebedî helakini ruhumuza fısıldar. Böylece daimî ve baki bir kaynağa bizi sevk eder. O’na karşı daimî ve sürekli yönelişin kapısını açar. Baki bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacımızı görmemizi sağlar ve bizi ebedî minnettar kalacağımız bir yola sürükler. Huzur-ı daiminin kapısını aralar. Her an kendimizin, sevdiklerimizin ve sahip olduklarımızın yitebiliyor oluşu onları bizim için sigortalayacak bir dayanağa bizi yöneltir ve daimî ona yakarışımızı temin eder.
Nasıl küçük bir baş ağrısı için Yaratıcı’ya pek yönelmeyiz fakat dehşetli hastalık karşısında O’na yönelişimiz şiddetlenerek artar. Musibetimizin şiddeti nispetinde yönelişimiz şiddetlenir ve artar. Eğer ölüm yoksa bu yöneliş daimî olmaz. Ölüm, özellikle zamanı belli olmayan ölüm, her an O’na ilticaya ihtiyaç hissettirir. Yaratıcı’yla her an beraber olma arzusu uyandırır, huzura davet eder. Bu da kulluğun ve yaratılışın nihai hedeflerinden biridir.
Evet, iyi ki ölüm var ve biz bekayı ve baki olanı onun sayesinde istiyor ve arzu ediyoruz. O yüzden ölümü sık sık zikretmeliyiz ta ki ebedî helaketten kurtulup baki olana kavuşalım.
Ölümle sonsuzun farkında oluyoruz ve baki lezzetin eşiğine çıkıyoruz. İnsandaki sonsuzu isteme arzusu ölümle ortaya çıkar ve bakiye yöneliş ölüm sayesinde olur. Cennetin ebedî lezzeti, ebedî yokluğu çağştıran ölümün elinde sunulur bize. Ölüm gelmeden ölümsüzlüğü koklarız. Ne hoş bir kokudur o ve ölümü anmak o hoş kokunun güzelliğini arttıran bir iksir olur. Dünyevi olanı açılaştırırken uhrevi ve baki olanı tatlılaştırır. İnsanı cesedin şehvetinden uzaklaştırırken ruhun ve kalbin arzusuna ulaştırır. O hâlde ölümü sevelim zira o tabaktan ebediyet meyvesini tadıyoruz. Baki olanın baki ayinesi oluyoruz.
Son sözümüz yine bir dua olsun:
Allah’ım! Ölümün hakikatini anlayıp zevk etmeden canımızı alma. Bizi, ölmeden önce -bütün sahiplik iddialarımızı terk ederek- ölen ve her şey ile Sana yönelen kullarından eyle. Senin baki esmana baki ayinedarlıkla bizi şereflendir.  Âmin!
Abdurreşid Şahin.

Subhanallah Derken Ne Kastediyoruz?

Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır;

Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir.

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.

Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız.

Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım.

Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhandır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifade için söylenir.) (bak: sübhan)

Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.

Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manası…


 Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.

Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allah gaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim?

Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.

Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise ;
Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.

Risale-i Nur'daki ifadesi ile:Dergah-ı İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i İlahiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkar-ı batılasından münezzeh ve mualla ve Kainatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Subhanallahile ilan etsin.

Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir.

Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor.

İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.

Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:

Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimiz kainatı (duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.) temsil etmekte.

Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kainatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.

Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kainata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir.

Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir.

Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.

Şimdi cam adına konuşan ikinci bir zişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.

Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi?

Evet. Mesela, “Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder.

Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.” diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.

Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.)

itikaden demese de “Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıylaşekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.

Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır.

Örneğimize dönecek olursak ekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkansızdır. Mesela ölümü alemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kainatın işleyişine müdahale edemeyiz.

Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek alemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidi anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz.

Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.

Amacım Üstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir.Biz Subhanallah derken klasik anlayışla “Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız.

Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğini aksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır.

Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet alemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz.

Yani biz “La ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o halde “la ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır.

Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz.

Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o halde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o halde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.

Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz.Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim.

Hadis şöyle:
Süfyan, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir:

Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah

(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:

- ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”

Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır?

Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkansızdır.

İkinci yaklaşım alem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.

Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız.

Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.” 

Bence, "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu olsa gerek.

Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Amin.



HANNAN VE MENNAN İSMİNİN KALBİMDEKİ ÇAĞRIŞIMLARI
“El-Aman el-Aman! 
 Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!
El-Aman el-Aman! YâHannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! 
Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.”   SAİD NURSİ
Üstad’ın Münacat adlı eserinde yer alan bu dualar üzerine tefekkür ederken “Beni günahlarımın hacaletinden kurtar.”, “Beni günahlarımın ağır yükünden halas eyle.”, “Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar.” ifadeleri ile Hannan ve Mennan isimleri arasında ne tür bir ilişki olabilir diye düşündüm. Bu ilişki üzerinde düşünürken hayalimde babamla yaşamış olduğum bir olay canlandı. Baktım orada yaşadığım olayın buradaki ifadeyi anlamaya vesile olan yönleri var. Hadise şöyleydi:
Köyümüz Karadeniz sahilinde küçük bir köy. Babam denize kendisinden yada annemden izin alarak girmemize izin vermiş fakat denizin içine doğru yayılan dev kayalıklara gitmemizi yasaklamıştı. Zira bizler çok küçüktük üstelik de henüz yüzme bilmiyorduk. Kayalar tehlikeliydi, kayıp denize düşebilir ve boğulabilirdik. Allah, dağı denizin içlerine doğru uzatırken bir yandanda dağın ortalarında kayalıkların içine doğru bir girinti yaratmıştı. Bu girinti sayesinde insanlar değişik yüksekliklerden denize atlayabiliyorlardı. Hatta aşağıdan yukarıya doğru sıralanıyorlar ve sırayla denize atlıyorlardı. Kayalığın en alçak kısmı bir metre, en yüksek kısmı 10-12 metre kadardı. Özellikle turistlerin geldiği zamanlarda insanlar denizde geçen kayıklara gösteri yaparlar, sırayla bu değişik yükseklikteki kayalardan atlarlardı. Dolaysıyla oraya gidip denize atlayanları seyretmek büyük bir zevkti. Ben oraya küçüklüğümde babamla birçok kez gitmiştim. Yine bir gün büyükler oraya atlamaya gitmişlerdi. Babam köyde yoktu, genelde şehirde çalıştığı için evde çok bulunmazdı. Canım oraya gitmeyi çok istiyordu. Gençlerin denize atlarken bağırışları uzaktan geliyordu. Orada olanları çok merak ediyordum. Sonunda oraya gitmeye karar verdim. Kayalığın denize uzanmış eğimli yerlerinden geçmem gerekiyordu. Özellikle bir bölge oldukça kaygan olabiliyordu. İşte tam oradan geçerken kaydım ve denize düştüm. İçimde yassak bir şey yapmanın korkusuyla birlikte kesin yakalanmış olduğum hissi birlikte depreşirken denizde depreşmek aklıma gelmedi. Mucizevî bir şekilde hiç kımıldamadım ve eğik kayada göğermiş olan yosunlara tutunarak oradan birilerinin geçmesini bekledim. Eğer panik yaparak çırpınsaydım büyük bir ihtimalle boğulmuş olacaktım. Zira o anda orada kimseler yoktu. İnsanların bulunduğu yer de kayaların arkasında olduğu için sesimi duymaları bir hayli zordu. Bana çok uzun gelen fakat tahminimce beş dakika kadar orada bekledim. Köyden bir genç oradan geçerken beni gördü ve elimden tutarak yukarı çekti. Hiçbir şey diyemeden oradan uzaklaştım.
Babamın olanları duymasından çok korkuyordum. Üzerim sırılsıklamdı. Bu hâlimle eve gidemezdim. Annen çok kızar ve hatta dövebilirdi. Babama söylerse daha beter olur diye düşündüm. Üzgün bir hâlde bulunduğum yerde uzandım. Uyumuştum, uyandığımda üzerim tamamıyla kurumuştu. Sevinçle sahile, oradan da köy meydanına doğru gittim. Biri babamın geldiğini söyledi. Ben o anda deldiğim yasağı hatırladım. Babamdan dayak yememiş olmama rağmen ondan çok korkuyordum. Üstelik onu çok seviyordum. Sevgisine ihanet etmekten çok korkuyordum. O an babama gözükmemeye karar verdim ve oradan uzaklaştım. Fakat nasıl olduysa o beni buldu ve yanına çağırdı. Onun olaydan haberdar olduğunu anladım. Yanına gittiğimde başımı okşadı, hâlimi hatırımı sordu.  İlçeden getirmiş olduğu çikolatayı bana verdi. O olayı hiç gündeme getirmedi. Sevinçten uçacak gibiydim. Sevincim elbette çikolata için değildi. Onun benim boyun eğip hacaletle itirafımı beklemeden beni affetmiş olması ve suçumu yüzüme vurmadan bana sevgi göstermesi, ona olan sevgimi kat kat daha arttırdı. İçim içime sığmıyordu, mutluluktan uçuyordum. Neredeyse o cömertliği görmek adına iyi ki o olay oldu diyesim geliyordu. İşte bu ve benzeri ihsanlar sayesinde babama çok hürmet ederdim. Annem bir yere gitmemi istediğinde giderdim ama ayak sürüyerek giderdim. İtiraz etmezdim ama pek istekli de olmazdım. Ama bana bir görev verse de yapsam diye babamın gözünün içine bakardım. Beni bir yere gönderdi mi uçarak giderdim.
Evet, ne zaman yukarıdaki münacatı okusam aklıma babamla yaşadığım bu olay gelir. Onun bana olan şefkatini ve cömertliğini düşünür, Hannan ve Mennan isimlerinin anlamını bir nebze olsun fehmederim. Rabbimin bizi mahcup etmeden günahlarımızı sayarak yada saydırarak yüz suyumuzu döktürtmeyeceğini ümit ederek bu isimleri zikrederim.
Ey Hannan ve Mennan olan Allah’ım! Bizim günahlarımızı yüzümüze vurmadan ve huzurunda mahcubiyet yaşatmadan hatta başkalarının mübaşeretinden gelen hacaletin zindanına düşürmeden temizle. Günahlarımızı yokmuş gibi say. Nefsimizin Senin gibi Kerim bir Rabb’e karşı gururundan bizi beri kıl ve Senin kerem ve lütfuna layık bir kullukla mukabele etmeyi bize nasip eyle.
Âmin.
Abdurreşid Şahin

21 Ağustos 2012 Salı


   ZITLAR NASIL CEM OLMUŞ

Mülk suresi kabir azabından kurtarıcı manasında el-Münciye diye adlandırılmıştır. Ayrıca İbn Abbas kendini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücadile diye isimlendirmiş. Bu surenin münciye yada mücadile olması tevhide ve yaratıcının mutlakıyetine yaptığı vurgudan ileri geliyor olsa gerektir. Özellikle ilk iki ayet tevhidi öyle güçlü bir surette ilan ediyor ki bu ayetlerin hakikatine muhatap olan bir akıl tüm şüphe ve vesveselerden kurtulabilir kanaatindeyim. Bu ayetler ciddi bir tefekkür vesilesiyle insanı cehennemden koruyacak yada sorgu meleklerine cevap teşkil edecek imana vesiledir diye düşünüyorum. Bu anlamda bu ayetlerin üzerinde tefekkürle kalbime ve aklıma ihsan edilen bazı manaları paylaşmak istiyorum. “O her şeye kadirdir”    ve  “mülkün sahibidir” ve      “bereket” kavramları üzerinde dururken. Razi’de bir tartışma dikkatimi çekti. Özetle “O her şeye kadirse” diye başlayan tartışmanın devamında: ‘şey’ kavramı üzerinde durulmakta ve ‘madum “şey” midir?’ diye sorulmakta. Kısaca var olanın yaratılması muhal ve var olanın “yok” edilmesi muhaldir. Zira yaratma müspet bir şeye bakar; yokluk ademdir ve menfidir. Nasıl vucudi bir fiil onunla ilişkilendirilebilir. Tarzında soruları Allah’ın her şeye kadir olması ekseninde tartışılmış. Dorusunu isterseniz yapılan açıklamaları ya anlamadım (muhtemelen öyle) yada izahlar yetersiz. Hangisi olursa olsun getirilen izahlar beni tatmin etmedi kalbimde bir yakin hâsıl olmadı. O zaman ben risale ekseninde bu sorunu nasıl anlarım diye düşünürken işte aşağıdaki hakikatler dünyama geldi. Biraz kısa ve mücmel oldu; inşallah daha detaylı çalışırım. Gelen hakikatler beni heyecanlandırdı ve itminan verdi. Belki size de faydası olur diye bu hali ile istifadenize sunuyorum.
Her şey aynı anda hem var hem de yok hükmündedir. Kudrete işaret etmesi açısından her şey mana-yı harfi ile mevcut; kendilerine bakan açıdan, mana-yı ismi ile madumdur. Kudretin her şeye kadir olması iki zıddı cem etmesi açısından mutlakıyetini ifade eder. Ancak iki zıddı bir arada tutan hem varı hem yoğu bir arada tutan mutlak kudret sahibi – ve huve ala külli şeyin kadir- olabilir. Bu surette tefsirlerde tartışılan “var olanın var” edilmesi ya da var olanın “yok” edilmesi tenakuzundan kurtulmuş olunur. Her şey mana-yı harfiyle mevcuttur ve ona işaret ettiği sürece var edilecektir,  yani tüm zamanlarda vardır. Mana-yı ismiyle de madumdur, hep ademde tutulacaktır ya da tutulmaktadır.  Her şeye kadir olmak bu manada ona bakan veçhesiyleher şeyi daim var kılar ve yine kendilerine bakan veçhesiyle daim yok eder ve bu iki zıttı bir arada kudretinde cem eder. Aynı anda vücuda ve ademe kadirdir. Bir şeye işaret edildiğinde kendi adına var olma açısından onu yok eder yaratıcısına bakan açıdan onu var kılmaya devam eder. Ve yine ona bakan veçhesiyle bir şey, her şey hükmündedir ve her şeye bedeldir. Varlık mutlakıyeti içinde barındırır ve bereket de bu anlamdadır. Ona bakan veçhesiyle orada gözüken her şey mutlak kudretin tezahürüdür, varlık sonsuzdur. Bu açıdan bakıldığında bütün zamanları ve mekânı bir şeyde cem etmiştir manasında kudretin mutlakıyetine işaret eder.
Mutlak kudret bütün mekânları bir mekâna sığdırır öyle mi? Evet bu anlamda küçüğü büyük, büyüğü küçük yapabilir. Ya da aynı anda bir şey hem büyük hem de küçük olabilir. İşte ancak her şeye kadir olan buna muktedir olabilir. Mesela bir hücre,kâinata göre küçükken içine girdiğiniz de sonsuz âlemle karşılaşırsınız ve bu âlemin sınırına ulaşamazsınız. Yani hücrenin dibi yoktur, büyüdükçe büyüyebilir. Kendi, içindeki sonsuz küçük zerreye göre sonsuz büyüktür. Dev galaksi adaları dünyaya göre oldukça büyük olabilir ama kozmosun içinde bir nokta da olabilir. Kâinat da hücreye göre hadsiz büyük, hücre kâinata göre hadsiz küçüktür, insan da öyle kendi içinde bir zerreye göre kâinat kadar büyük kâinata göre zerre kadar küçüktür. Büyüklük küçüklük izafidir. Bir şey aynı anda sınırsız büyüklüğe ve hadsiz küçüklüğe sahip oluyorsa bu mutlak kudretin bir tezahürüdür. Evet, ister bir dev galaksi isterseniz bir atom, nerede durursanız durun orada hem büyüksünüz hemde küçük. Bu anlamda çizgi film “Horton”u izleyebilirsiniz, oldukça ufuk açıcı. Büyüklük ve küçüklük durduğunuz yere göre değişiyor, izafileşiyor.Yani kudrete bakan veçhesiyle her şey her mertebede hem küçüktür hem büyük. İşte yine zıtların cemi. Mutlak kudretin tezahürü.
Aynı şekilde tıpkı rüya ile gerçek hayat arasında mukayesede olduğu gibi rüyada hadsiz an dünyada bir ana tekabül edebilir. Mesela insan rüya içinde rüyalar görüyor olsun. İlk rüyanızdaki bir an rüya içindeki rüyanızda, yani ikinci dereceden, sayısız anları içine alabilir. Üçüncü, dördüncü örneği çoğaltabiliriz. Hadiste “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” diyor. Yani bir anlamda rüya içinde rüya görüyoruz. Bir anda rüya vasıtasıyla çok anları görebildiğimiz gibi bir üst rüya boyutuna göre sayısız anlardan birini yaşıyor olabiliriz. Fakat ilginç olan bulunduğumuz an, bütün mertebelerin içindedir. Şu an, üst zaman “rüya” boyutunun içinde olduğu gibi bütün alt boyutlarda da vardır. Birinde bir an, birinde bin an, bir diğerinde sınırsız bir an olarak.
Yaşadığımız âlemde iç içe zaman boyutları olarak şöyle bir sıralama yapabiliriz: Rüyada çak sayıda anlar dünyada bir ana sığar. Berzahın bir anı dünyanın binler anını içine alabilir. Cennetin bir anı kendi alt boyutunda binler ve hatta sınırsız anları ve nihayette huzur-u İlahide Cemalullah müşahedesinde bir an alt boyutlarda sayısız anları içine alabilir. Miraca bir de bu açıdan bakmalı. Bu anlamda an dediğimiz şey de sonsuz küçük ve sonsuz büyük olabilir, içinde sonsuzluğu barındırır ve hem sonsuz kısa hem sonsuz uzun olabilir.  Yine zıtların cemi ve yine mutlak kudretin tezahürü.
 Aynı anda iki zıddın cemine bir örnek de insanın kendisidir. İnsan için sadece tek an vardır “şimdi”. Şimdiye malik olan bütün anlara ve mekânlara malik olabilir. İnsan şimdinin dışına çıkamaz, yaşadığı her an şimdinin içindedir. İsterse hayaliyle ya da diğer latifeleriyle geçmişe ya da geleceğe gitsin, her halükarda şimdiyi yaşar. Cesedi itibariyle bir anlık bir şimdi, hayvaniyeti, şehveti itibarıyla birkaç dakika genişliğinde şimdi, aklı itibariyle daha geniş bir şimdi, hayali itibariyle sınırları zorlayan bir şimdi, kalbi ve ruhu itibariyle sınırsız ve sonsuz bir “şimdi”yi yaşar. Yani “şimdi”nin içinde bütün zamanları ve mekânları cem eder.  Aslında şahs-ı manevi itibariyle –Mirac-ı Muhammedi misalinde olduğu gibi- tıpkı bütün zerrat-ı vücudunu cem ettiği gibi iman ve intisap ile bütün zamanlardaki ve mekânlardaki ehl-i tevhidi cem eder, külli bir şahs-ı manevi hükmüne geçer. Ve hatta tüm zerrat-ı kâinatla birlikte cem olur, tek başına âlemi içinde cem eder. Geçmiş, gelecek her şey onda cem olur. Cennet, cehennem, mülk ve melekût âlemleri onda dürülür.  İşte bir şeyde her şeyi yaratan ve her şeyi bir şey yapan mutlak kudretin tezahürüdür bu. Kudret mutlaksa her şeyi cem eder, bir şeyi her şey yapar, zıtları aynı şeyde cem eder. Âleme bir de bu gözle bakın, her şeye mutlak kudretin tezahürü olarak bakın, her şeyde kendinizi ve kendinizde her şeyi müşahede edin, bakalım o zaman âlem nasıl bereketlenir. Evet, mülk onundur, her şey onundur. Ve bir şeyi her şey yapan her şeyi bir şey kadar kolay yapan mülkün sahibi odur. O “külli şeyin kadirdir.” Bu bir tasavvur değil hakikattir, kudretin mutlakıyetinin zorunlu bir sonucudur. Aksi takdirde iman kemale ermez. Şirk pisliğinden azade olmuş olmaz.  Sözümü İmam Ali’nin sözünü beliğ bir surette şiirsel bir formda ifade eden Şeyh Galib’in sözü olsun:
“Hoşça bak zatıma ki zübde-i âlemsin sen. 
Merdum-idide-i ekvan olan bir âdemsin sen”
Abdurreşid Şahin

       Rahman, kâinatı kime alamet kıldı?   
http://www.kuranikerim.com/Arapca/index_image/55.sure/55-012.gif

Rahman suresinin ilk ayetlerini okurken kendi kendime sordum: “ Rahman, kime Kur’an’ı öğretti?”  Zira Kur’an’ın talimi işi insanı yaratmadan önce vuku bulan bir şey gibi ifade ediliyor. Rahman, Kur’an’ı talim etti; insanı yarattı, beyanı öğretti. Yani Kur’anı öğretme işi insanı yaratıp beyanı öğretmesinden önce olmakta. O zaman Kur’an’ı kime öğretti? Kalbime bir mana düşüyor ama zorlama olmasın diye meallere ve tefsirlere müracaat ediyorum. Meallerde soruma pek yanıt bulamıyorum. Sadece birinde parantez içinde “peygambere” ifadesi var.  Bu ifade benim dünyama gelenlerle tam örtüşmüyor.
 Ben de tefsirlere müracaat ettim. “Öğretilen” olarak insan diyenler,  Hz. Âdem diyenler, Cebrail diyenler, Muhammed asm. diyenler var ama benim dünyama gelenler hâlâ yok. Kendi kendime zorlama bir yorum mu acaba diyorum. Fakat araştırmaya devam ediyorum.  Fahrettin Razi’de bir açıklamayla karşılaşıyorum, evet tamam, diyorum, şimdi oldu. Allemel Kur’an ayetinin başındaki “alleme” kelimesinin “alamet kıldı” manasında olduğu ileri sürülmüş. Bu anlam bana çıkarımımın doğru olduğu kanaatini verdi. En azından işari bir manası olabilir diye düşündüm.
Ben bu sureyi okurken kalbime gelen şöyleydi: Allah rahmaniyetiyle kâinatı Kur’an’ın alameti kıldı. Yani kâinatı mücessem bir Kur’an olarak yarattı. Sonra da insanı yaratıp ondaki manaları tekellüm edip beyan edebilmeyi öğretti. Kur’an’la kâinatın ifade ettiği manayı beyan ettirdi.
Gerek kâinatın yaratılışındaki takip edilen sıra yani kâinatın insanın yaratılışı için hazır edilişi ve insanın sonradan yaratılışı, gerekse surenin devamındaki insana kâinatı okuma talimi yaptıran ayetler bana bu kanaati verdi. Elbette ki diğer yorumların hepsi doğru ve öncelikli anlamları öyledir. Fakat doğrudan muhatabiyet ve hayata tatbik açısından kalbime gelen anlam beni ikna etti. Kendi anlayışımı Risaleler’den aldığım derslerle örtüştüğü için daha tatminkâr buldum. Daha sonra zihnime 18. Söz’ün 3. Noktası ve Mesnevi’deki benzer bahis geldi. Levha-i tefekkür ve levha-i ubudiyet. Kâinat ve insan…  Sani’in kemalini gösteren eser ve o esere bakıp Sani’in maksadını anlayıp ona muhatap olan Muhammed as. Yani insan. Şimdi isterseniz kademe kademe ayetleri takip edip ayetlerin bu manaya delaletlerini anlamaya çalışalım.
 Rahman ismi İşaret-ül İ’caz’da da belirtildiği gibi ve de yine Razi’de yapılan benzer yorumla, nimetin yaratılmasına bakıyor. Rahim ismi ise o nimetin bekasına bakıyor.  Ayrıca Üstat bu iki ismin açıklamasını yaparken birbirinin mütemmimi tarzında bahsediyor. Ve anahtar kilit örneğini ve de lisan ile ruh örneğini veriyor. Ben de kâinat ve insan diyorum. Yani Rahman kâinata bakıyor ve “her şeye ihtiyacı olanı veren merhamet” anlamında o kâinatı yarattı ve insanı da kâinata denk tuttu yani dengini yarattı. Burada mütemmim manada insanın yaratılışı Rahim ismine bakıyor. İfadede Rahman Kur’an’ı alamet kıldı ve insanı yaratıp beyanı öğretti derken her ikisinin faili de Rahman dersek eğer… Burada zahir olan insan için hadsiz ihtiyacına karşılık gelecek kâinatı yaratması açısından “her şeyin ihtiyacını yaratan” manasında Rahman’a bakıyor. İnsan- kâinat ilişkisinden doğan ve bekaya bakan anlam ise gizli tutulmuş, belki sebepten dolayı Rahim ismi Rahman isminin içinde gizil manada mündemiçtir diyebiliriz.
Kur’an’ın alamet kılınması hususu ise Risale talebelerine yabancı bir tabir değil. Kâinatın mücessem Kur’an olması ve hatta, Risale tabiriyle, Kur’an-ı kebir olarak tesmiye dilmesi. 12. Söz’de kâinattan bizzat Kur’an olarak bahsedilmesi  ki o bahis tam da bu ayetlerin tefsiri gibi göründü bana. Hatta beyanın öğretilmesi ile hikmetin verilmesi birbirine denk düşen anlamlar ki bazı tefsirlerde ‘beyan’ı hikmeti öğretti anlamında yorumlayanlar var. Evet, Kur’an kâinatı tefsir eden beyani  -kelami- bir hitaptır. Kâinat dahi Kur’an’ın mücessem ayetleridir. Biri kudret kelimesi diğeri hikmet kelimesidir. Biri tekellüm-i ilahinin mücessem ifadesi diğeri lâfzî ifadesidir.
Burada bazı yorumlarda muhatabın melek ya da Cebrail as. olduğu hususudur ki bu da bizim anladığımız manayı teyit eder. Melaike, kâinatın ve mevcudatın ruhu hükmündedir ve her bir mevcuda müekkel bir melek vardır. Bu da alametin zahirde mana-yı ismi cihetiyle değil işari olarak mana-yı harfi cihetiyle olduğuna işaret eder. Bu anlamda nasıl insandan maksat sadece beden olmadığı gibi kâinattan maksadın da sadece madde olmadığı ve onun ruhu hükmünde olan Cebrail ya da melaike olduğu aşikârdır. Burada bir önemli husus da kâinatın neyin alameti olduğu hususudur ki fazla detaya gitmeden özetle esma-ül hüsna diyeceğim. Zira kâinat bize kendi yaratıcısının özelliklerini tanıtmaktadır. Bu anlamda insanın yaratılıp beyanın ona öğretilmesi; kendini hadsiz mevcudatla tanıtan yaratıcının kendini tanıttırmasına bedel, insanın O’nun eserine bakıp O’nu tanımasına vurgu yapmaktadır. Yaratıcı kendini tanıtmak ve tanıttırmak için kâinatı yaratıyor ve sonra da insanı kendine muhatap seçiyor. Evet, mükemmel bir eser mükemmel bir sanii gösterir. O kemalde vasıfların sahibi olan yaratıcı eserini muhatapsız bırakarak abes iş yapmaz. Zira kâinatta hiç abes bir iş yoktur.
Surenin devamında insana kâinatı nasıl okuyacağı talim edilmekte ve insana düşen vazife vurgulanmaktadır. İnsan kâinattaki nizamı ve her şeyin yerli yerinde oluşu ve kastı görüp kâinata denk gelecek bir ubudiyetle dengeyi sağlamalı ve onu ve kendisini anlamsızlık çukuruna atmamalı. Risale’de makasıd-ı Kur’an bahsinde adaletle ubudiyetin eş tutulması ve akımul vezne bil kıst ifadesine bakıyor diye anladım. Bu anlamda ubudiyet her şeyi yerli yerine koymak anlamında, kâinatın iktiza ettiği muhatabiyeti göstermek olarak anlıyorum.
 İşte bu anlayış bana gerek doğrudan kendimi muhatap etmem açısından gerekse kalben itminana ulaşmam açısından daha doğru geldi. Doğrusunu Allah bilir. Ben buradan rabbimin mesajını en kâmil muhatabı olan Resulullah’ın rehberliğinde ve kâinatın şahadetinde okuyup anlayabilirim sonucunu çıkarıyorum.  Bu anlamda kâinatla ilişkimi anlamlandıran ve kâinatı ve kendimin yaratılış maksadına en uygun olan bir bakış kazanmış oluyorum. Mesela bir şeftaliye muhatap oluyorum. Onun yaratılışına dikkat ediyorum. Dıştaki zarif ambalajına, onun hemen altındaki yumuşacık ve lezzet yüklü etli kısmına bakıyorum. Sonra daha içerdeki çok sert kabuğuna ve en içindeki bütün ağacı cem eden orta sertlikteki tohumuna bakıyorum. Yaratıcının bu birbirine zıt dört ayrı yaratılışı aynı anda yapmasına hayran kalarak ve onlardaki hikmeti düşünerek yaratıcının isimlerine ve özelliklerine olan delaletini okuyorum. Ve elahamdulillahi ala halikul şeftali diyerek şükranımı beyan ediyorum. Bu surette şeftalinin ve üzerinde tecelli eden sayısız sanatların, hikmetlerin yaratılış gayesi tezahür etmiş oluyor. Ve ben de Rahim olan Kerim, Latif, Müzeyyin, Rezzak, Musavvir olan ve daha nice vasıflarla yad edilen bir Rabbimin olduğunu öğrenip kalbi bir itminana ulaşıyor; böyle bir yaratıcının muhatabı olmaktan dolayı hadsiz bir sürur hissediyorum. Yoksa o şeftali ile ilişkim anlık lezzetlerin peşine takılan hadsiz elemlere gebe bir ilişki olacaktı. Ebede âşık ve ebed için yaratılan kalbin hüsranı ile âlemim kararacaktı.
Rabbim! Hadsiz çiçeklerden dürülmüş anlam yüklü bir buket misali insaniyetime ihsan ettiğin kâinatı yaratılış hikmetine uygun olarak okumayı ve onun sana olan şahadetlerini anlayıp Sana külli bir muhatap olabilmeyi bize nasib et. Hayatımız boyunca kıstı ikame edip senin şuurlu bir abdin olarak muhabbetini kazanabilmeyi de nasip et Rabbim!  Âmin.
Abdurreşid Şahin.





      SUBHANALLAH DERKEN NE KASDETİYORUZ?
Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır:
Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir. İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.
Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız. Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım. Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.) (bak: sübhân)
Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.
Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.
Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası…
 Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.
Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allah gaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim? Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.
Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise “Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.” Risaledeki ifadesi ile:Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemâl-i rubûbiyetin ve Kudret-i Samedâniyyenin ve Rahmet-i İlâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubûdiyeti ve itaati ister; rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Subhanallah ile ilân etsin.
Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir. Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor. İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.
Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:
Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.
Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimizkainatı(duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.)temsil etmekte.  Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kâinatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.” Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kâinata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir. Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir. Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.
Şimdi cam adına konuşan ikinci birzişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.
Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi? Evet. Mesela,“Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder. Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.”diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.
Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.) itikaden demese de“Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıylaşekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.
Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır. Örneğimize dönecek olursakekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkânsızdır. Mesela ölümü âlemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kâinatın işleyişine müdahale edemeyiz.
Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek âlemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidî anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz. Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.
AmacımÜstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir. Biz Subhanallah derkenklasik anlayışla“Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız. Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğini aksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır. Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet âlemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz. Yani biz “lâ ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o hâlde “lâ ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır. Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz. Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o hâlde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o hâlde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.
Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz. Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim. Hadis şöyle:
Süfyân, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir: “Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah” 
(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da: 
- ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”
Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamayaçalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır? Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkânsızdır. İkinci yaklaşım âlem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.
Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız. Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.”   “Bence gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu.
Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Âmin.
Abdurreşid Şahin

20 Temmuz 2012 Cuma


DÜNYADAN İMANLA ÇIKMAK

Kur’an’ın mucizevî özelliğinden biri de onun bütün zamanlara hükmetmesidir. Yani Kur’an, kelam-ı ezelî olması hasebiyle her zamanda her insanın her ihtiyacına bakar, cevap verir. Tabir-i diğerle Kur’an benim bütün zamanlarda bütün ihtiyacıma bakar. Hatta Kur’an’ın her ayeti ve belki her kelimesinde bu hususiyet var, diyebiliriz. Her ayet doğrudan doğruya beni muhatap alır ve benimle konuşur, Rabbim kelamını kalbime fısıldar. Kur’an’ın bu hususiyeti onun ezelî ve zamanlar üstü mahiyetinden ileri gelir. Kur’an’da bu hususiyet olduğu gibi ahlakı Kur’an olan ve hatta “yürüyen Kur’an olan Muhammed asm.’ın sözlerinde ve dualarında da bu hususiyet var, diyebiliriz. Yaratıcı’yla konuşması hasebiyle ve O’ndan vahiy alması dolaysıyla her fiili ve her kavli Yaratıcı’nın onayından geçmiş olan ve miraçta zamanlar üstü seyahatle gayb-aşina bir bakış kendisine ihsan edilen bir nebinin sözlerinde de aynı hususiyetlerin bulunması gerekir.

Bu anlamda bir peygamber (Mecmuat-ülAhzap’ta Hz. Âdem’induası olarak Resulullah rivayet etmiş.) duası olarak rivayet edilen ve “ceddidüimanekümbilailahe illallah” hadisinin tercümanı mahiyetinde algıladığım ve de tahiyyatın sonunda namazdan çıkarken okunması tavsiye edilen “Rabbena la tuhricnamineddunya ila ma şehadeti vel iman” sözü üzerinde tefekkür ederken kalbime ve fikrime ihsan edilen manaları sizinle paylaşmak istiyorum.

Bir namaz sonrası kendi kedime, neden bu duanın namazdan sonra okunması tavsiye edilmiş, diye düşündüm. İfade mealen “Rabbim beni dünyadan iman ve şahadetsiz çıkarma.” anlamına gelmektedir.Kendimce dünyadan çıkmakla namazdan çıkmak arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Bu bağlantıyı düşünürken Risale’deki yukarda ifade edilen hadisin izahı geldi. Her an tecdit anlamındaki“İmanınızı lailaheillallahla tecdit ediniz.” emrini düşündüm. Her an yaratılan her an farklı ayetin muhatabı olan maddi vücudumun bütünlüğünü ve devamına vesile olan ruhumun imanla yeniden yeniye tanışıp marifetullah merdivenini tırmanışını yani kalbin amelini sürekli yenileyişini düşündüm ve aklıma ve kalbime bir takım manalar ihsan edildi. Aklım tasdik etti kalbim mutmain oldu.

İnsanın cennetten çıkarılışının bir anlamı da içinde yaratılmış olduğu cenneti ve her yönüyle donatılmış olduğu ilahî isimleri fark etmek ve onlara şahitlik etmektir, diyebiliriz. Yani şiddet-i zuhurundan tesettür etmiş olan hadsiz esma ve sıfatla mücehhez olan azamet-i ilahiyeyi perdeler ardından müşahede etmek, zıtlıkların içinde fark etmek için dünyaya inmektir. Dünyadaki vazifeniz Yaratıcımızı tanıyıp iman etmek ve O’nun hadsiz esmasına şahitlik etmektir. İman ve şahadettir. Dünyaya bunlar için gönderilen insanın bunları elde ederek çıkması insaniyetinin gereğidir. O yüzden bu dua vazifemizi yapıp dünyadan ayrılalım, manasında bir taleptir. Hayatımızı anlamlandıran bir taleptir. Peki bu dua sadece ölüm anıyla mı sınırlı kalmalı? Her an tecdit eden ve yeniden yaratılan, her an hayat ve memata daimi maruz kalan mevcudiyetimize bakan yönü yok mu?

Namazın sonunda okunuyor oluşu benim kalbime “mutlaka olmalı” dedirtti. Ben de o hissin izini sürdüm. Cennette yaratılan ve cennet için yaratılan ruh, her an ceset vasıtasıyla dünya ile temastadır. Gözle, kulakla, koklama duyusuyla, teniyle, bedeniyle, kalbiyle,sırrıyla; acısında, eleminde, sevincinde, lezzetinde, tefekküründe, tezekküründe; gülmesinde, ağlamasında,sükûnunda, sukutunda, hareketinde, hissiyatında sürekli dünya ile temas içinde olan insan ruhunun bu hakikatle münasebeti daimi olmalıdır. Nasıl her şey kendi Rabbini ve Halıkını bize tanıtıyor ve Yaratıcı bizden bunlar için tanıttığı esmasını görmemizi ve tanımamızı istiyor.Zira onun için yaratmış.O zaman bizim de her temasta orada tezahür eden esmayı görüp tasdik etmemiz ve şahit olmamız gerekir. Bu anlamda bu duayı her anımıza bakan yönüyle edebiliriz.

“Rabbim! Bu yılımı içinde tezahür ettirdiğin esma, sıfat ve şuunatına iman ve şahadetle kapa. Rabbim, bu ayı benim hakkımda iman ve şahadetle bitirmeyi nasip et. Rabbim! Haftam sana iman ve şahadetle son bulsun. Bu günümden senin esmanın aklımla tanınması ve amele geçirilmesi suretiyle kalbimin tasdikiyle dünyadan ayrılmayı nasip et. Her çıkışım beni cennete ulaştırsın, cennetin tasdiki ile neticelensin. Yeni yeni muhatabiyetler, sana olan imanımı tazeleyen levhalara dönüşsün.” diyebiliriz.

Evet, maden iman ve şahadet olmadan cennete ulaşılmaz, o hâlde her temas bu imanı iktiza eder ve her ilişki şahadetin konusu olur.
Gözüm gülün zahirine dokunduğu an kalbim ve ruhum onun güzelliğine meftun olur. O güzelliği kalbime tanış kılanı tanımak ve şahadet etmek için dünyaya gönderilen çiçek, Cemil olan Rabbini tanıttırmak suretiyle görevini ifa eder. Bana düşen aklımı, kalbimi ve bütün duygularımı kullanmak suretiyle o Cemil’e iman edip tüm duygularımla şahit olduğumun ikrarı olmalıdır.

Tadın taşıyıcısı olan nimet, dilime dokunurken yani dünyevî bir temas vuku bulurken midem, açlığın giderilmesine bizzat şahit olur. Aklım O’nu tefekkür eder, kalbim O’nun bekasına şahit olur ve O’nu bulmakla itminana ulaşır. Sırrım O’na olan iştiyakını ilan eder O’na kavuşmayı arzu eder.
Cesedim dünyadan çıkarken ruhum O’na uçar. İmanın ve şahadetin taşıyıcısı olarak cenneti zevk eder. Böylece insaniyetim tahakkuk eder. Yoksa her an, her olay, her ilişki abes olur. Ardında elemini takarak ruhuma, aklıma ve kalbime cehennem ağırlığında bir yük bırakır. İnsaniyetim anlık vücutların ve ebedî ıstırapların taşıyıcısı bir esfele dönüşür.

Evet, bu anlamda dünya ile her temas, iman ve şahadeti iktiza eder. Günlük yaşayışın bir özeti olan ibadetin sonunda bu duayı yapmak o zaman çok daha anlamlı olur. Hatta namazın kendisi de zahirî cihetle dünyevîdir, yani hareket ve fiil itibariyle. Onu namaz yapan ve müminin miraca çıkmasını sağlayan bir binek olmasını netice veren iman ve şahadettir. Namaz, dünyadan çıkışların bir mecmuasıdır. Gün boyunca yada iki namaz arasında vuku bulan çıkışlarda yapılan iman ve şahadetin cem olup Rabbe takdim edilmesidir. Ölümle biten hayat da hayatın genelinde yapılan iman ve şahadet ameliyesinin Rabbe takdimi manasında bir ibadettir. Rabbim tüm namazlarımızdan ve dünya ile ilişkilerimizden iman ve şahadet ile çıkmayı bize nasip ve müyesser eylesin.

Bu manalar o kelimat-ı tayyibenin sık sık zikri ve tekrarı ile akla ve kalbe ilham edildi. Ve ben bu tefekkürün nihayetinde Kur’anî ve nebevî kelimatın mübarekiyetine ve zamanlar üstü bir mahiyet ihtiva ettiğine bir kez daha bizzat iman ve şahadet ettim. Rabbime dünya ile temasım adedince şükrettim.
Son sözüm:
Elhamdulillah ala külli hal sivelküfriveddalal. Her anım ve zerrelerim ve de onların bileşiminden hâsıl edilen mevcudiyetler adedince Rabbime hamdederim.

Rabbim! Bizi imansız ve şahadetsiz dünyadan ayırma. Âmin!

Abdurreşid şahin.