22 Nisan 2012 Pazar



SEN OLMASAYDIN...
HER BİR kar tanesi, Rasulullahın risaletine şahitlik eder mi dersiniz? Yine bir kış mevsiminde karlar dünya semasında daha yeni yeni yazılıyorken okuduğum kitabın birinde kıyas ve hüküm çıkarma ile ilgili bir metinde “Mesala kar tanesinin risalete şahit olamayacağı gibi” diye bir ibareye raslamıştım. Belki yazar konunun bağlamı gereği doğru kullanmıştı cümleyi; ama benim zihnim konudan koparak 18. Söz’ün 3. Notası’na gitti. O ve benzeri yerlerdeki izahlardan aldığım cesaretle, “Evet her bir kar tanesi Muhammed aleyhisselamın risaletinin şahididir.” diye haykırmak geldi içimden. Eğer her şey “lâ ilahe illallah”ın şahidi ise aynı zamanda “muhammedurrasulullah”ın da şahididir, demektir.
Mesela zihnimizde bir tablo canlandıralım. Bir el ve bu elde mükemmel bir şekilde derlenmiş bir çiçek kokteyli bulunsun. Bu el bu demeti birine veriyor veya uzatıyor bir halde olsun. Tablonun diğer tarafında bu çiçeğin muhatabı var; fakat biz göremiyoruz. Şimdi düşünelim, sizce son derece sanatlı ve görenleri hayran bırakacak derecede mükemmel derlenmiş bu buketin muhatabı kim olabilir? Mesela cansız ve hissiz diye nitelediğimiz bir taş olabilir mi sizce? Ya da canı olduğu halde zevk mevhumundan mahrum bir bitki. Veya hayatı ve şehveti olduğu halde şuuru olmayan bir hayvan. yahut aklı, şuuru ve şehveti olduğu halde güzel bir ağacı görüp de ondan çıkacak kalası tasavvur eden bir beşer. Sanattan anlamaz, latif duyguları gelişmemiş, tabiri caizse kalas gibi bir insan. Elbette, olamaz, dersiniz herhalde. O özel bir mesaj şeklinde dizayn edilmiş ve birbiriyle muhteşem uyumlu çiçeklerden ve renklerden derlenmiş demetin muhatabı en azından mesajı anlayacak zekada ve güzelliği farkedip takdir edecek incelikte biri olmalıdır. Yoksa çiçeği o şekilde dizayn eden, onca işi boşuna yapmış olacaktır.
Şimdi temsili biraz daha genişletelim. Bu çiçeği derleyenin herşeye gücü yeten, yaptığı hiçbir işte israf etmeyen, sonsuz maharetli, maddî ve manevî âlemlere hükmeden, yoktan varetmeye muktedir bir sanatkâr olduğunu tasavvur edelim. Ve derlemiş olduğu o bir buket çiçekte sureti bir gül olan ve üzerine serpiştirilen şebnemlerin gözbebeğinde sayısız çiçeklerin görüntüsünü ve rengini barındıran, her bir kıvrımında hadsiz mânâlar yüklü, baştan sona sırlarla örülü bir gül. Baktıkça anlam katmanları derinleşen, derinleştikçe kalbe ebedî lezzetlerin kokusunu devşiren güzeler güzeli bir mucize olsun o çiçek. İşte böyle bir çiçeğin gerçek muhatabı ancak çiçekteki bütün güzellikleri görebilecek ve sanatkârın o güzelliklere ve kıvrımlara yüklediği mânâları fark edecek ve anlayacak; çiçeğin üstündeki sır perdelerini açıp sanatkârın özel mesajlarını okuyabilecek biri olabilir. Hiç israf etmeyen ve hiç abes iş yapmayan bu sanatkâr. Sanatını anlamlandıran böyle biri olmasa bile yoktan var ederdi herhalde. Kemalde olan cemalini abesiyet ve anlamsızlık karanlığından kurtarırdı şübhesiz. Yoksa muhatapsız kalan o çiçek, kendisi solduğu gibi sanatkârının da güzel sanatlarını soldurur. Güzelliği çirkin ederdi. Her şeye kudreti yeten, sonsuz güzel ve sınırsız merhametli, sanatını hadsiz bir muhabbetle seven o sanatkâr böyle bir çirkinliğe müsaade etmez ve sanatını ve kendini çirkinleştirmez elbette. Kainat tüm güzelliği ile bu hakikatın şahididir. Tek bir güzelik bile bunun zıddını reddeden güçlü bir delildir zira.
İşte her bir güzel şey ve hatta bir kar tanesi sırtında bütün zaman ve mekânlardaki kainatı taşımakta. Beni yapan bütün kâinatı bütün zamanlarda yapmaya muktedir biri olabilir, diye ilan etmekte. Evet bir kar tanesi bütün kainattan süzülmüş mükemmel bir sanattır. Ona dikatle bakacak olursanız ve üzerindeki mânâyı okursanız onun varlığının tüm kainatın varlığına denk olduğunu görebilirsiniz. O kar tanesi hikmet lisanıyla, beni yapan ancak bütün kâinatı yapan olabilir, diyecektir. İşte nasıl her bir güzel şey ve de bir kar tanesi mucizevî varlığı ve güzelliğiyle kendisini var eden hadsiz maharetli Sanatkârını tanıtıp şahitlik ediyorsa, aynı şekilde o sanatkârın sanatının bütün inceliklerini anlayan bütün esma ve sıfatlarıyla tanıyıp tanıtan Muhammed (asm)ın risaletinin de şahidi ve ilancısıdır.
Evet elinde taşların dile gelip zikrettiği, ağacın, taşın dağların, kurdun, kuşun nübüvvetine şehadet ettiği o kudsi zat bütün kâinatın şehadetiyle âlemlerin Sultanının kulu ve rasulüdür. Biz de ona ve onun Rabbine şehadet eden mevcudat adedince salatü selam ederiz.
Öyleyse koklayın her bir kar tanesini yada baharda yağan renkli karlar misali çiçekleri. Nasılda muhammedin (sav) kokusu gelmekte onlardan. Koklayın da henüz akitli oldukları rablerine şahit tutsun sizleri. Rabbin iltifatını okuyun o fermanlarda. Alemim nur ile nasıl beyazlatıldıgını gözlerinizle şahit olun. Aleme rahmet olan ‘levlakelevlak’ın muhatabı olan rasulün gönüllerimize taht kurmasına izin verin. Karın dünyayı temizleyip bembeyaz yapması misali oda dünyamızı nuruyla temizleyip çirkinliklerimizi örtsün. Onsuz başlamayalım hiç bir amele. Onun nurunun değmediğ bir amel zulmet karanlığında kalır hiç olur zira. Sen olmasaydın demiş kainatın sahibi olmazdı kainat. O halde kainatımızı yokluktan kurtulması onun nuruna bağlı. Onun nurundan nur alsın varlığımız her dem. “Lema halaktü”de yazılmasın, onla olsun beka bulsun her anımız. O halde onun dediği gibi diyelim bizde:
Yarab eşyayı bize hakikatı ile tanıt.
Ve bizi senin ve risalet-i Ahmediyenin şehidi ve şahidi kıl. Âlemleri ve âlemimizi onun nuruyla nurlandır. Bizi hakikat-ı Muhammedide yaz. Onun şeriatı ile dünyayı ve dünyamızı, hayatı ve hayatımızı zinetlendir. Herbir şeyde onun kokusunu alalım ve âleme onun kokusunu yayalım.
Amin
ABDURREŞİD
ONA DAİR....
GÜL VE BÜLBÜL
O VARMIŞ, yok yokmuş.
Ezel zaman dışında ebed kalbin içindeymiş.
Yaratıklardan öte, ama her şeyden yakın, bir sultan varmış. Bu sultanın bir de, gözlerin hiç görmediği, hayalin tahattur bile edemediği, akıllara sığışmayan güzellikte bir bülbülü varmış.
Sultan bir gün bülbülüne, hükmettiği âlemleri göstererek “Bütün bu âlemleri senin için besteledim. Git, gez âlemlerimi de o besteyi bana oku. Ben de kendi bestemi senin sesinden dinleyeyim.” der ve bülbülü uçurur varlık âlemlerine.
Bülbül âlemlerde bestelenen bütün sadaları dinler. Semanın eşsiz derinliklerinde devasa notalarla kusursuzca nazmedilmiş manzumeleri okur. Üzerine milyarlar yıldız şebnemleri kondurulmuş galaksi güllerinden bir demet musika-i ilahi devşirir. Vecd ve şevk ile âlemleri seyrederken gözüne küçük bir gezegen ilişir ve merakı onu oraya cezb eder. Dünyayı baştan başa dolaşır ve dinlediği eşsiz besteler karşısında hayranlığını gizleyemez. Hele bir tanesi onu kendinden geçirir. Seher vaktinin serinliğinde helezonik şebnem notalarıyla bezenmiş kadife sayfalı gül güftesini görünce, tüm âlemin o gülde bestelendiğini farkeder. Sultanının eşsiz sanatı karşısında secdeye kapanıp “Senin sanatın seni en güzel şekilde övmekte, ben seni layıkıyla övemem.” der. Sonra beste yerine sultanına götürmek üzere o Muhammedî gülü dalından koparıp efendisine götürür. Ve ona, “Sana bütün kâinatın bestesini getirdim, ben bundan daha mükemmel beste dinlemedim. Senin sanatını bu GÜLden daha güzel besteleyen ne olabilir ki?” diye arz-ı hal eder.
Sultan tebessüm eder bülbüle. Ve ona “Bu gül benim aynamdır. Kim ona bakarsa beni bütün haşmetimle görmüş olur. Halbuki ben görünmez bir hazineyim. Hazinenin anahtarı da bu gülde saklıdır. Ve sen ey bülbül, bu gülün okuduğu bestesin. Kim sana kulak verirse gül destesinin bestesini benden işitmiş gibi olur. Ben gülde kendimi seyreder sende de esma ve sıfatlarımı sergilerim. Böylece senin gözünde kendimi seyrederim. Gören de ben, işiten de benim. Bütün görmeler ve işitmeler bendendir.
Hadi şimdi git, bu gülü nasıl bestelediğimi gör ve güle âşık bülbüleri bul ve bana çağır. Zira her gülde görünen benim ve her bülbül beni besteler.”
Bülbül uça uça dünyaya ulaşır. Fakat bu kez gördüğü manzara onu şaşırtır. Burası ölüler diyarı olsa gerek, güzellikten pek nasibi olmamiş galiba diye düşünerek yere alçalır. Gide gide bir mezarlıgın içine girer kuru bir dalın üzerine tüneyerek etrafını seyretmeye başlar. Manzara gerçekten de etkiler onu. Mevsimlerden kış ve her şey bütün güzelliklerinden soyulmuş haliyle çırılçıplak durur bülbülün önünde.
Toprağın yeşilden mahrum karası, semadaki bulutların karalar üstüne düşmüş karası, ağaçların iskeletlere dönmüş haliyle birlikte mezartaşlarının yosun tutmuş karaltısı etrafa kasavetli bir hava katıyordu. Kimsesizlik, yoksulluk ve yosunluk bütün her yeri kaplamıştı.
Hüzünlenir bülbül yoksulluğun ve yoksunluğun acısını ta yüreğinde hisseder. Gözleri mezarların üstünde gezerken kulağına derinden bir takım sesler gelir. Bir an gözündeki perde kaldırılır ve toprağın altında yatan tohumları farkeder. İyice kulak verdiğinde o seslerin tohumların kalplerinin haykırışı olduğunu anlar. Hayat sahnesine çıkma arzusunun ifadesi olan “vucut vucut” sadalarını işitir.
Bülbülün kalbindeki hüzün iyice derinleşir ve yüreği o acizlere karşı sınırsız bir şefkatle dolar. Onların kalbinde aşk-ı bekayı okur ve lisanı “yokluktan varlığa çıkış” bestesini terennüm eder.
Bülbülün acı acı inleyişi âlemi hüzne boğar bütün âlem, “Evet evet evet biz de istiyoruz ey sultanımız.” diye haykırır semaya. Derken kara bulutlar semanın yüzünden çekilir, güneş gülümser varlıkların yüzününe. Kasavetli dağların yüreğindaki buzlar çözülür, ırmak ırmak yaşlar akıtır ovaya. İçindeki varlık coşkusu taşar, güneşin ellerinde ulaşır semaya.
Ve semayı bu kez rahmet bulutları sarar. Bülbül vecde gelir bu kez de “hayat” bestesini işttirir bullutlara. Bülbülün hoş nağmesiyle çoşan bulutlar şimşekler çakarak rad ile konuşturur semayı. Ab-ı hayatı kızıştırır. Kara toprağın ölü bedenine hayat öpücüğünü kondurur. Tohumların yüreğine dokunur hayat. Baharla yeşil yeşil gülümser dünya. Yanağına pempe çiçekler kondurur. Fakir toprak fahr eder sultanın ikramıyla. Fakrı fahr olur, baharın gülümseyen yüzünde okunur.
Bu sefer aşkın bestesini seslendirir bülbül şevkle. Yüreği lisanında dillenir. Çiçeklerin âşıkları doldurur âlemi, kelebekler latif öpücükler kondurur bahara. Arılar muhabbeti dokur bal dudaklarda. Ve gül bahara gülümser. Bülbül hayran olur. Kalbinin kanıyla boyar onu. Âlemi onunla güldürür.
Derken bir insan gelir dünyaya. Ellinde gönül sepeti. Saldırır etrafa. Elinde neyi tutarsa soldurur. Sepetine sığdıramaz âlemi. Yüreğini ıssız çöle döndürür.
Ve bülbül “beka” bestesini okur gülün başında. İnsan, “Evet, işte benim bestem.” Der, yönelir güle doğru. Gül gülümser insana. İnsan gülde bütün âlemleri görür. Bülbülün terennüm ettiği bütün nağmeleri, mücessem halde gülün yüzünde okur. Tohum olur, gül ve bülbülün nağmesiyle kâinat çıkar içinden. Ve insan, sesin geldiği yöne bakar. Bülbülü farkeder. Bülbülün tüyleri renkten renge bürünür dev bir zümrüd-i anka görünür ona. İnsan, “Ya baki!” der ve ankanın sırtına biner. Tam kuş uçacakken insan güle uzanır. Başına taç yapar onu. Kuş uçar semaya, insan da ulaşır en son noktaya. Sunar tacını sultanına. Ve sultan gülümser ona.
Güller, son defa yazılsa bahara
Bülbüller son defa dokunsa kulağa
Kelebekler son kez kanatlansa semaya
Güneş son kez veda etse dünyaya
Ve bakışın, son bakış olsa bana
İstemem asla istemem derim

Güller hiç solmasın isterim
Bülbüller asla susmasın derim
Varlığıysa ölesiye severim

Ben bekanın âşığıyım dostlar
Fani sevmeler benim neyime

Bekası olmayan aşklar beni soldurur
Şu fani ömrüme hep elemler doldurur.
AŞK ANCAK SAHİBİNİ BULURSA GÜLDÜRÜR.
ABDURREŞİD