28 Ocak 2012 Cumartesi

EY KIŞ GÜZELİ KAR!

SEN O’NUN KALBİNE DEĞDİN DİYE GÜZELSİN, BEYAZSIN

Ben de onun bakışının her şeyi güzelleştiren bir bakış oluşuna seni şahit gösteriyorum ve diyorum ki O’nun kalbine değen her şey güzeldir ve O’nun bakışı her şeyi güzel gösteren bir iksirdir. Şahit mi istersiniz? Kar’a bakın. Kâinatın Yaratıcısı’nın her şeyi güzel yarattığını bize ders veren Resulünü haklı çıkarmak istercesine kar nasıl da her şeyin üstüne beyaz bir sayfa çekiyor. En çirkin gördüğümüz şeyler bile kar örtüsüne bürününce güzel gözüküyor. O nasıl bir dokunuştur ki en katı kalplere bile güzelliğini izhar ediyor. Karın lisanıyla tüm âlemin yaratıcısı haykırıyor: Bana bakan yönüyle her şey güzeldir; çirkinlik sizin kalplerinize örttüğünüz nefislerinizdedir, suçlayacaksanız nefislerinizi suçlayın.

Karları seyrediyorum, lapa lapa yağan mücessem melekleri. Gözlerimi onlardan alamıyorum. Şöyle bir göz atayım pencereden birkaç saniyeliğine dedim ama neredeyse bir saat oldu ayıramadım gözlerimi ondan. Benimle birlikte çocuklarım da doluştu pencereye. Öyle bir cazibe ki kendimizi alamadık kışın beyaza bürünmüş sayfasını seyirden.

Sahi neydi bizi böylesine kendine çeken? Neden onu seyretmeye doyamıyorduk? Neden kar herkese güzel görünüyordu? Yoksa her şeyi güzelleştirmesi mi idi sırrı…

Güzelliğe meftun olan ruhumuza her daim görmek istediğini mi fısıldıyordu? Ruhumuz her şeyde ve her yerde güzellik görmek istediğinden mi kara âşıktı. Belki de kar; ruhumuz her şeyi güzel gören bakışı bulsun ve ona yönelsin diye gönderiliyordu. Belki de onda yansıyan; güzeller güzeli olan Rabbimizin en güzel isimlerini bize tanıtan kutsi Resule olan özlemimizdi. Ruhumuz tıpkı onun gibi her şeyi güzel görmek ve her şeyde güzel isimleriyle kendini göstermek isteyen Yaratıcı’yı özlüyordu da kar bize bu özlemi hatırlatıyordu. Kim bilir…

Derler ki çocukken o Resulün kalbi meleklerin elinde karla yıkanmış. Acaba kar mı O’nu yıkamış yoksa kar O’nun kalbine değdiği için mi bu kadar güzel ve sevimli olmuş. Doğrusunu Allah bilir. Ama bildiğim bir şey var ki o da kar, bizim nefsimize rağmen güzelliği haykırıyor; Yaratıcısının güzelliğini fısıldıyor, tıpkı onu kabine değdiren ve bakışıyla her şeyde güzellik devşiren kutlu nebi gibi.

Şimdi sizlere karın yağışını seyrederken kalbime kar misali yağan manaları yazacağım. Kara dokununca onun iksiri nasıl bozuluyor ve kirli bir el onu kirletebiliyor; ben de onun fıtri akışını bozmamak için nasıl geldiyse öyle aktaracağım.

“Kara neden kara sevdalıyım, şimdi anladım. Neden onun cazibesi karşısında iradesiz kaldığımı şimdi bildim. Sahi en katı kalpleri bile kendine cezbeden ve bakışıyla yürekleri yıkayan bu güzellik, bu cemal ve sevimlilik nereden geliyor? Neden onu seyretmekten kendimi alamıyorum. Ruhumun ona doğru akışının sebebi ne? Karı böylesine ayrıcalıklı yapan şey nedir? Saf gönülleri, temiz yürekleri ve minik kalpleri heyecanlandıran ve mevsimi geldiğinde bir dua olup çocukların masum dudaklarına değip semaya yükselen bu iksir nereden geliyor?

Şimdi anladım. Çünkü o güzelleri güzel yapan en güzel kulun kalbine değdi. Çünkü o, yere göğe sığmayan Rabbin en güzel hanesine yüz sürdü. Meleklerin ellerinde Habibullah’ın kalbine girdi. İşte bu sırdandır ki kar bu derece cazip. Ondandır ki karda böylesi bir güzellik ve cemal okunmakta.

O’nun güzelliğidir karı böylesi güzel yapan… ve onun nurudur ki yed-i beyza misali karı parıldatan.

En çirkin dediğiniz şeye birde bu açıdan bakın. Bir kez de onu kar perdesinin ardından seyredin. Çirkin bir şey kalır mı onda? Kar nerede yerleşse, nereyi mesken tutsa, nereye değse orası güzelleşmiyor mu? Neden mi? Çünkü ona en güzel bakan göz ve her şeyin ardında güzeller güzeline bakan bir kalp değdi. Onun kalbi ona yaslandı ve kendi kalbindeki nurani perdeleri akladı. Kalp ona değdikçe aklandı. Soğuk ve ekşi yüzü gülümsedi. Bütün çocukları ve çocuk saflığında ruhları gülümsetti. Bütün masumlar onunla güldü. Onun âlemleri güldüren bakışını taşıdı her yana.

Her şey, her gözde güzel görüldü onunla.

En temiz kulun kalbine değen ve en pis kalpleri bile temizleyen bir bakıştır kar. Kar o bakışa şahittir ya da o bakışın delilidir.

Tüm bunlara rağmen her şeyi güzel yaratan güzeller güzelinden gelen karı karartan bir bakış olmasın, bakmasın o göz bu âleme, karartmasın âlemleri. Zira o güzele hor bakan göz nankör olur. Ateş ancak o göze dokunur. Dokunmalı da.”

Evet bu satırlarda bir güzellik görürseniz bilin ki onun anılmasından kaynaklanır. Benim kırık dökük ifadelerimin arasına o girdi diye güzel olmuştur; eğer güzel iseler.

Madem O’nun dokunuşu her şeyi güzelleştiriyor ve güzel gösteriyor o hâlde biz de amelimizi O’nun ameline dokundurmak suretiyle O’nun ameli gibi güzelleştirelim.

Son sözüm bir dua olsun, semadan inen kara bağlanıp semaya yükselen bir dua.

Allah’ım! Bu soğuk kara kışı, ölmüş kuru kemiklere dönen cansız dünya yüzünü, üzerine karlar serperek meleklerle şenlendirip güzelleştirdiğin gibi bizim de kara sayfalarımız olan seyyielerimizi en temiz kulun hürmetine rahmetinle hasenata tebdil eyle. Zira SEN seyyieyi haseneye tebdil eden merhametli çokça olan Rahimsin. Buna üzerimize yağdırdığın kar şahittir. Ey kullarına çok müşfik olan Rabbim! Bizi de kar gibi senin güzelliğine ayna olan temiz kullardan eyle. Üzeri karla örtülmüş yeryüzü misali hesap gününde tertemiz bir yüzle sana bakan, baktıkça gülümseyen kullardan eyle. Âmin.

abdurreşid şahin

26 Ocak 2012 Perşembe

TAKVA VE İMAN

KUL İTTİKA EDER, ALLAH İMAN GÖNDERİR

Takva ile iman arasındaki ilişki nasıldır? Bediuzzaman bu ilişkinin ipuçlarını İşarat-ul İcaz adlı eserinde “elezine yu’minune bil gaybi” bahsini anlatırken vermektedir.
Bakara suresinin ilk ayetlerinin tefsiri sadedinde muttakilerden bahsederken takvanın üç mertebesini anlatmaktadır. Takvanın kalbin temizlenmesi manasında tahliye vazifesi gördüğünü ve imanında kalbe ihsanı babında süsleyici, tahliye edici görevi yaptığını vurgular. Biz de bu bahisten hareketle takva ile iman arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışacağız.
Bakara suresinin başında Kur’ana bir övgü var. Kitabın içinde hiçbir şüphenin bulunmadığı vurgusunu yaptıktan sonra adeta, bunun doğruluğunun şahidi muttakilerdir, der. Bir yandan ancak muttakilerin Kur’anın bu özelliğini anlayabileceği vurgulanmakta, bir yandan da muttakileri bu özelliğin tezahür ettiği bir meyve suretinde tasvir etmektedir. Zira ağacın kemali, meyvesinde tezahür eder. Bu ayetler hem Kur’anı övmekte hem de onun meyvesi olan muttakileri şahit gösterip övmektedir. Burada Ku’ran hidayet kaynağı olarak bahsedilirken muttaki olmayı da bu hidayete ulaşmanın vesilesi olarak vurgulamaktadır. Yani Ku’ran hidayetin kaynağı takva da o hidayete ulaşmanın vesilesi. Yaratıcı hidayet eder yani imanı verir. İman ona aittir. Kul, takva vesilesiyle o imanı kesbeder, kendine mal eder. Yani takva imanın kalbe gelmesinin vesilesidir. Ancak muttaki olan imana ulaşabilir. Ya da iman muttaki olanlara ihsan edilen bir nurdur. Ve takvanın devamı imanın devamının ve kemale ulaşmasının vesilesidir.
Burada Bediuzzaman imanla birlikte takvayı da derecelendirmektedir.
Takvanın ilk mertebesi şirki terktir. Bu da imanın kalbe gelmesinin vesilesidir. Kul, şirkten uzaklaştıkça kalpte iman fiili icra olur.
Takva burada tahliye görevini yani temizlenme görevini üstlenir. Camın üzerindeki kir temizlendiğinde ışık camdan geçerek odaya dolar. Ya da kalp penceresi önünde duran nefis perdesi ne kadar şeffaflaşırsa iman ışığı o nispette kalp hanesine girer ve hükmünü icra eder. Yani kalbi tahliye eder, süsler.
Burada takvanın birinci mertebesi tefekkür vesilesiyle şirkten kurtulmaya delalet ettiği gibi kalbin ameli ve zineti olan iman etme fiilinin de vesilesi olur.
Bu merhalede kişi mümin değilken imanın kapısını çalar ve şirkten kurtulmak suretiyle mümin olur. Burada takva imandan önce gelip imanın kalbe girmesine vesile olur. Kişi, “Ben hakikati tam manasıyla ihata edemem. Belki benim fikrim yanlıştır. Ben nasıl her şeyi bilirim?” tarzında takvanın eseri olan tefekkürü yapmak suretiyle gerçeğe kaynaklık yapma iddiasından vazgeçer, aklının sınırını görür ve hakikati öğrenme yoluna girer. Kendisi gibi bütün mahlûkatın aczini görmek suretiyle kendisini ve her şeyi yaratana yönelir. Onun yardımı olmadan hakikati bulamayacağını anlar. Ve şirkten kurtulur. Yaratıcı da onun kalbinde iman nurunu yakar. Onu vahye muhatap eder.
Takvanın ikinci merhalesi inandığı yaratıcıya isyandan korunmak manasında günahtan uzaklaşmak, “maasiyi terk” olarak adlandırılır.
Kişinin iman ediyor olması onun günah işlemeyeceği ya da isyan ifade eden tavrı göstermeyeceği anlamına gelmez. Kalbin ameli, şirkten kurtulmanın vesilesidir fakat isyandan kurtulmak için isyanı ima eden fiillerin terk edilmesi gerekir. Yani Allah’ın emrine karşı gelmekten kaçınılması gerekir. Bu aşamada Allah, fiili hidayet vesilelerini devreye sokar. Kişi artık isyandan kaçmak suretiyle Allah’ın emirlerine itaat nimetiyle nimetlendirilir. Kişi yaratıcıya karşı, “Ne yapmalıyım ki sana isyan etmiş olmayayım, senin razı olduğun doğru iş hangisidir?” tavrını takınır. Ve Rabbinin razı olacağı amele yönelir. Bu, bedenin ibadetini netice verir ki bunun da en cami tezahürü namazdır. Zira Kur’anda, “Namaz, insanı fahşâdan, münkerden, her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar. (28/45)” ayetinde olduğu gibi insanı isyandan alıkoyacağını vurgular. Burada insan kalbin amelini namazına ya da bedeni ile yaptığı amellere yansıtmak suretiyle isyandan kurtulur. Yani kalbi ile iman ettiği Rabbe bedeni ile de itaat eder. Amelinin saiki iman olur. Allah adına işler, başlar, alır, verir vs. Azalarını ve diğer donanımlarını Allah’ın emrettiği şekilde kullanır, Allah’ın Resulüne uymaya çalışır, şeriata tabi kılar.
Kalbin ameli olan iman, asıldır. Bediuzzaman bunu bir sonraki ayeti izah ederken vurgulamakta yani “ellezine” izahında “el müminu” de “el” yerine “ellezine” nin kullanılışının maksadının kelimenin sılasına gönderme yapmak olduğunu söylemek suretiyle makbul olanın iman olduğunu, kişinin iman fiilini yerine getirdiği için övüldüğünü vurgular. Yani iman diğer üç mertebeyi de içeren amelin ruhu hükmünde olan bir cevherdir.
Önce kalp takva yoluyla, iman vesilesiyle itaat eder ve kişi şirkten kurtulur, daha sonra iman bedenin efaline de sirayet etmek suretiyle ya da amelini ibadete tahvil etmek suretiyle isyandan kurtulur.
Takvanın son merhalesi masivaullahı terktir. Burada esbabın vesilelikten tamamıyla azledilmesi ve dolaysıyla mülkün tamamıyla sahibine iadesi söz konusudur. “Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı gelmekten sakınmışlardır. (Yunus Suresi, 62-63) ayetlerinde de vurgulandığı gibi kul kalbinde ve ruhunda ondan gayrisine karşı minnet duymaz, korku ve hüzün yaşamaz. Allah’ın velisi, dostu olur. Dikkat edersek ayette ilk iki takva merhalesine sarahaten işaret edilmektedir.
Bu aşamada zekât yani mal ile yapılan ibadet devreye girer. Kul her şeyi ile Allah’a ait olduğunu ilan ve izhar babında sahip olduklarını ya da emanet olarak kendinde bulundurduklarını gerektiğinde Allah adına harcamakta tereddüt göstermez. Zekâtın en zirvesi şahadettir. Şahadet de bir nevi zekâttır. Yeri geldiğinde sahip olduğu en kıymetli şeyi Allah’a iade etmek ve her şeyi ona ait kılmayı bilfiil göstermektir. Ama asıl olan her an bütün sahip olduklarını Allah’ın olduğu bilincinde ona feda ederek yaşamaktır. Her anını ve her şeyini ona feda etmektir.
Özetle, kişi önce esbabın tesirini azletmek suretiyle şirkten kurtulur, imana girer. Sonra kendi fiilinde etkin olmadığını anlamak ve yaratıcı adına kendisine verilenleri istimal etmek suretiyle isyandan kurtulur. Rabbe muti bir abd olur. Daha sonra ondan gayrisini terk etmek suretiyle ya da her şeyini ve her şeyi ona feda etmek ona ait kılmak ya da nefsi de terk etmek suretiyle kâmil bir insan olur. Belki hadis-i kutside bahsedildiği tarzda “Allah’ın gören gözü işiten kulağı vs.” olur. Masivaullahı terk ancak amelini tamamen Rabbin rızasına uydurup mülkü ona teslim etmekle, onun yolunda feda edebilmekle mümkündür.
Burada her üç merhalede de takva, imana öncülük yapmaktadır. İlk aşama imanın kalbe girmesi aşamasıdır ki kişi kendinin dolayısıyla tüm yaratılanların yanılabilir olacağını kabul etmek yani “Ya benim bildiğim yanlışsa, hem ben nasıl beni aşan bir hususta hüküm verebilirim.” kabilinden tavırlar sergileyerek takvaya sarılır ve neticesinde iman onun kalbine ihsan edilir. Bu aşamada takva bir nevi enaniyetin ve kibrin terkine bakar. Hodbinlikten vaz geçip tevazu yolu tutulur. İnsan kendi yaradılış gerçeğini kabul eder. Kalbini ilm-el yakin imana mazhar eder. Bu aşamada kişiye Allah’ın insan bedeninde konuşan dili olan vicdan öncülük eder.
İkinci aşamada ise takva, yaratıcıya itaati netice veren amele binektir. Kişiyi ayn-el yakin imanın eşiğine taşır. Kul, fiiliyle yaratıcısını, yaratıcının hâkimiyetini onaylar. Ona isyanı terk etmek suretiyle emre muti olma nimetine mahzar olur. Kalbi ile yaptığı iman etme amelini fiiline yansıtır. Bu aşamada şeriat ve Allah Resulünün (asm) sünneti öncülük yapar.
Üçüncü merhalede de takva taşıyıcılık, bineklik vazifesini sürdürür ve insanı kemalatın zirvesine çıkarır. Yani hakk’al yakin iman mertebesine ulaştırır. Kul, masivaullahı terk etmek suretiyle tıpkı Rasulullah’ın (asm) Mirac’ında olduğu gibi kâinatı ardında bırakarak O’na yönelir. O’nun için her şeyi hatta nefsini de terk eder. O’na yanaşır. Her daim huzurda olur. Bu aşamada vicdan ve sünnetin yanında bizzat Allah’ın akrebiyeti ile cezbi öncülük eder.
Bu aşama bizim gibi nefisperestlerin anlayış merhalesinin çok fevkınde olduğundan sadece Bediuzzaman’ın ifadelerinden yola çıkarak kendi anlayışımı zikrettim. Rabbim takvanın üç merhalesinde kalbin, bedenin ve malın ibadetine nail olarak O’nun kurbiyetine yanaşmayı ve masivaullahı terke muvaffak olup O’na kâmil bir kul olarak mukabele etmeyi nasip etsin. Bizi korku ve endişeden azade olmuş dostlarından eylesin. Âmin.
Abdurreşid Şahin

Rahmet meleklerinin çiçek tutan elleri



ALLAH’IN RAHMETİMİN elçileri olan meleklere bir elbise dikseydi bu kar tanesi gibi olurdu her halde. Kar her haliyle güzeldir.

Melekler görünen elbiselerle cennetten dünyaya inerken çocukların gözlerine dokunur, onları sevince boğarlar adeta.Kar her şeyin üzerine giydiği bir elbise olur ve her şeyi beyaz bir çiçeğe dönüştürür. Kar giysisini giyinen her şey göze güzel görünür. Üzeri karla örtülmüş hiçbir şeye çirkin diyemezsiniz.

Evet bir melektir kar. Kendine bakanlara bir neşe ve ferahlık veren beyaz gelinlik giymiş bir melek. İster gözünüze , isterse teninize dokunsun ve hatta hayalinize ; her dokunuşunda bir mutluluk, bir ferahlama ve tatlı bir serinlik vardır.

Karı dünyamıza gönderen rabbimiz bizleri sevindirmek istiyor. Karla bütün çirkinlikleri örttüğü gibi kalbimizdeki çirkinlikleri de örtmek istiyor. Kar nasıl değdiği her şeyi güzelleştiriyorsa, biz de kalbimizdeki güzellikle her şeyi güzelleştirelim istiyor. Aslında kara yüklediğimiz bütün çirkinlikler bizden kaynaklanır. Karın çirkin yüzü yoktur, kaderinki gibi, onu kirleten habis ruhların çirkin nazarlarıdır onlar.

Kar her şeyi ile rahmettir. Sert ve şiddetli yüzüyle dahi. Zira onun sertliği ve soğukluğu, mikroplara yada habis ruhlara karşıdır. Şiddetinde de canlılara şifa bir rahmet saklıdır. Tabi ki o rahmeti görebilecek manaya dikkat eden güzel görücü gözler için. Kötülükleriyle hasta olan kalbimize rahmeti; gülücükleriyle ve manasındaki tatlılığı ile de rabbin şefkatini sunarken yaramızdaki mikropları, bandırdığı oksijenli su ile temizleyen bir hemşire misali, ciğerlerimizin gıdası olan havayı zararlı gazlardan temizler. Aynı zamanda bedenimizin gıdası olan meyve ve sebzelere musallat olabilecek mikroplardan arındırır toprağı ve ağaçları. Bize sıcacık gülen yüzünü gösterirken soğuk yüzüyle mikroplardan ve zararlı canlılardan bizi korur. Celal ve cemal birlikte kemali gülümser karı mucizevi yüzünde.

Ve kar, kışın karnında sakladığı bahar bebeğinin müjdecisidir. Kışın gökten yere inen rahmet melekleri baharda süslü elbiselerle rengarenk yerden yukarılara yağar. Kar ve kış olmazsa bahar da olmaz; yaratıcı kış ağacının soğuk fakat gülümseyen yüzünde yazmakta baharı. Kar baharda gülümseyen çiçekleri ve yazda tatlanan meyvelerin müjdecisi ve hazırlayıcısıdır. Çiçeklerde gülümseyen renkli giysileri ve meyvelerin tadı taşıyan tulumbacıkları karın kalbinde sakladığı şefkat sularıyla dokunur. O şefkat ve merhametin nurları hakikati gören gözlerde okunur.

Evet iliklerinize kadar işleyen soğuğu içinizden çıkartıp atacak sıcak bir şeye sarılmak istemeniz misali kar da soğuk yüzüyle bize yokluğun yürekler ürperten soğuğunda bizi sımsıkı saracak şefkatli bir ele olan ihtiyacımızı hatırlatır bize. Yani soğuk yüzü de sıcaktır karın. Sımsıcak baharlara yazlara gebedir o haliyle. Beyaz kar melekleri dökülmeden semadan, yerden ağaçların yüzüne renkli bahar çiçekleri takılmaz tıpkı çiçekler karlar misali ağaçlardan dökülmeden dökülen yerlere meyveleri takılmadığı gibi.

Evet gidişlerde saklıdır gelişler, ayrılıktır kavuşturan sevgilileri. Soğuğun içinde saklıdır sıcacık sarılışlar. Zıtlıklardır varlıkların varlığını haykıran. Mutlakın yüzündeki sınırlılık örtüsü onu bize açan bir perdedir sadece. O yüzden oda güzeldir öylece.

Öyleyse bırakın kar sarsın gözlerinizi. Bırakın o bembeyaz gözlerde bütün renkler gülümsesin. Bırakın kar yaratıcının sonsuz güzel isimlerini haykıran tatlı bir beste olsun size. Bırakın yüreğiniz kar taneleri adedince hatta onları taşıyan melekler adedince teşekkürler yolasın rabbine.

Rabbim! meleklerin elleriyle resulünün -as- göğsünü yarıp tertemiz karla kalbini yıkadığın gibi bizim kalbimizi de mağfiretinle yıkayıp kar gibi beyaz yap ki o beyazlıkta sayısız isimlerin gülümsesin. AMİN!

ABDURREŞİD

"ASR"IN HÜZNÜNE DEVA

Vel asr… asra yemin olsun… her şeyi zevale mahkum eden özünü alıp posasını çürüten vakte yemin olsun…

Evet tasdik ediyorum ki asır şahittir. O, fenaya gidişin ve zevalde kayboluşun şahididir. Gün yüzüne çıkan her şeyin yüzüne bir gün gelip yokluk toprağı örtüleceğinin şahididir o. Gözlerin ferinin söndüğünün, seslerin sedasının kesildiğinin, ellerin acz içinde titreyişinin, derilerin pörsüyüp gidişinin, nice güzellerin ve güllerin soluşunun şahididir o.

Evet asır şahittir ki hiçbir şey kararında kalmıyor. Sevgiler de sevgililer de soluyor. Asır şahittir ki insanın tutunacak zemini kayıyor. Dağlar parçalanıyor, kayalar ufalanıyor. Kumlar zamanın rüzgârına kapılmış, meçhule gidiyor, üstelik bir daha dönmemecesine… O deyip işaret ettiğim hiçbir şey o olamadan kayboluyor. İnsanlar da eserleri de izleri de silinip gidiyor…

İnnel insane lefii husr… o hâlde insan için hüsran vardır…

Ey kendine güvenen ‘ben’ine benlikler takan insan. Bu gidişlere ne diyeceksin… Durdurabilir misin zamanı? Kaldırabilir misim zeval ve fenayı üzerinden…

Hayır mı?

O zaman senin için hüsran vardır.

Beden benim, el benim, göz benim mi diyorsun. Çocuklarım, eşim, arkadaşım var, sevdiğim, servetim var sırtımı yasladığım. Dostlarım var elimden tutacak. Aklım var beni yanıltmayacak, mı diyorsun?

Göz benim, hangi pencere olursa oradan bakarım. Kulak benim, dilediğim şarkıyı çalarım. Mide benim, zevkime ve keyfime bakarım. Ayak benim, istediğim yolu tutarım. Keyif benim, canımın çektiğini yaparım mı diyorsun.

Ey nefis! İşte o zaman sen hüsrandasın ve senin hüsranına asır şahittir. Lezzetinin eleme dönüşmesine zeval şahittir. Benim, dediklerinin sende kalmadığı açıktır ama elemin senden gideceği pek öyle değil. Bak dilindeki tat sönerken gönlüdeki elem hâlâ orada duruyor. Durduramadıklarının sancısı yüreğini yakıyor. Unutmak için sarıldığın sarhoşluk bile tesir etmiyor bu yaraya.

Ömrün sayılı, tadacakların sayılı, sevdiklerin, malın mülkün sayılı. Bak asr diyor ki sayılı günleri olan zarardadır. Çünkü zaman sayıları eksiltmekte; sayılı olanları gayb etmekte. Öyleyse ey nefis! Saymayı bırak da sayılmayanı ara. İnsaniyetinin gereğini yap da fenanın üstündeki perdeyi kaldır. Yoksa vay hâline çünkü asr şahittir.

İllelleziine aaminu aamilussaalihat… İman eden ve imanının gereğini yapanlar müstesna…

Yokluğa gidişin istisnası yok mudur, diyorsan , zevale razı olmuyor, fenayı sevmiyorum, diyorsan… Yokluktan, elemden ve hüsrandan kurtulmanın çaresi yok mu, diye soruyorsan eğer… Bak Rabbin sana sesleniyor. Kulak ver O’na. Kalbindeki beka arzusuna kulak ver. Hiç susmayan vicdanının sesine, ebed ebed diyen ruhunun yakarışına kulak ver. Aczine, fakrına ve kasırlığına bir bak ve sor kendine, bütün bu olup bitenler nedir diye. Sor kendine, benim dediklerin nereden geldi diye.

Sahi sen gözü nereden aldın, görmeyi kimden öğrendin, sevgiyi kalbine kim koydu, çok sevdiğin aklın başına nasıl geldi, güzeli sana güzel kılıp kötüyü çirkin gösteren kim?

Evet ey nefis! Sen de çok iyi biliyorsun ki onlar sana ait değil. Sana ve bütün varlıklara sahip olduklarını veren ve vermeye devam eden Biri var. Her şeyi yaratan ama yaratık olmayan biri.

O hâlde kendi gerçeğini gör ve sana seni ve sendekileri takanı tanı. O, kendini yarattıkları aracılığıyla tanıtan ve sevdiren Rabbini tanı ve sev ki sen de helak olanlardan olmayasın. Asır senin zevaline de tanıklık etmesin.

Yani ey nefis sana takılan güzellikleri sahiplenme ve güzellerin ardında güzelliği dokuyan eli gör ki o güzellik kalbine aksın. Sonra kalbinden yansıyarak gözünde, elinde ve dilinde dokunsun Cemil’in güzelliği. Gözde göreni gör ve onun sende görmesine ve görünmesine mani olma ki helak olmayasın. ‘Dil’linden konuşana kulak ver ve konuştukların ‘dil’ine ayna olsun. Kısaca O’nun adına al, O’nun namıyla ver, O’nun hesabına işle. O zaman sen de asra galip olursun, onla beka bulursun inşallah…

Veteva savbil hakki vetevaa savbissabr… yani hakkı görüp hak söyleyenler ve hakta sebat edenler müztesna…

Evet her sanat sanatkârını bildirir. Her şey onları yaratan içindir, O’nu tanıtmak için. O hâlde O’nu tanıtmayan bir kelam batıldır. Abesle iştigal etme. O’nu tanımayan bakış ‘yok’tur. Yollama bakışını yokluğa.

Asır şahittir ki ey nefis! O’na bakmayan kalpler firakın elemiyle inler.

Bak, onu gör ve onu göster. Görmenin önünde engel olan kendini görme.

‘Elma tatlı’ deme; ‘Rabbim tatlandırdı.’ de ki tattığın helal olsun. Evet gül kırmızı, bu doğru ama hak değil. Gülü kırmızıya boyayıp sana takdim edene haksızlık etme. Sanatı sanatkâra, hakkı sahibine teslim et. Sahibini gör ve göster.

Bak âlemi rahmet kaplamış. Âlemlere rahmet olan ‘Sevgili’ gibi âlemi ‘âlem’ bil. Mahbubun habibi ol. Asır vakti nebisi asrı asar yapıp helakten kurtarmış, O’na tabi ol. Her şeyi Rabbinin sanatı olarak oku, okut. O zaman sen de onun eseri olur, beka bulursun.

Ve sabret… Musibeti isabet ettiren de o. Senin mahbubun sana kötüyü isabet ettirmez. Rahmetiyle, keremiyle senin yanında. Sabret, aradaki rabıtayı kesme ki musibetin helaket olmasın. Sabır, O’nunla kalmaktır bil. Sabret yani rahmetinden gafil olma. Huzurda kal, her daim hazır ol. Çünkü O, eseriyle ef’aliyle ve esmasıyla her daim hazırdır. Sabır da sabreden de O’nun eseridir. Ve O’nun eseri ebedidir. Sabret ki sana da değsin ebed.

Ey asrın sahibi! Ey, bekaya kaçalım diye fenaya ‘göz yuman’ Rabbim! Ey zevalin ve firakın zindanında inleyenlere firar edecek kapılar açıp zindanı visaline vesile kılan mahbub. Asır vaktinin nebisi Habibin aşkına, asra mağlup edip hüsranda koyma bizi. Asrımızı zevalin eleminden kurtar ki asr ‘saadet’ e dönsün. Her anımız senin ‘yan’ında ve sana dön/ük olsun.* Âmin…
ABDURREŞİD

* ”Her şey helak olucudur, ona bakan vechesi dışında” mealindeki ayete işaret etmekte.

ÇİÇEKLER CEVAP BEKLER

EY İNSAN! Bak sana soğuk kışın ardından bahar gönderildi. Hâlâ Rabbin hakkındaki zannını değiştirmeyecek misin? Seni memnun etmek için dünyanın çehresi değiştirildi. Kupkuru ve kapkara topraktan yemyeşil filizler devşirtildi. Neden hâlâ kalbindeki sevgi yeşermiyor? Neden hâlâ içinde ekilmiş tohumları sulamıyor ve Rabbine cevap vermiyorsun? Senin için yeşile renk katıldı, rengarenk güzelliklerle donatıldı sofran. Hâlâ kayıtsız mı kalacaksın? Bak, çiçekler kelebeklerle ve bin bir türlü böceklerle şenlendi. Ötüşleriyle O'nu zikredenler aracılığıyla kulağına nice mânâlar yollandı. Bunlar da mı sana ilham vermiyor? Senin için çiçeklere nice parfümler döküldü. Dalıp gittiğin koyu gafletten çıkasın diye gözlerine batırırcasına yerden nice renkler bitirildi. Ama sen hâlâ bilbordlardan gözlerini alamıyorsun. Her gün doğumu ve batımında nice mucize anlar yaratılıyor senin için. Ama senin gözlerin hâlâ ekranlara takılı. Sana gerçek ve muhteşem bir sema sunuldu, geceleri gökyüzü kandillerle süslendi, ay sana lamba yapıldı. Öyleyse neden hâlâ yalancı dekor ışıklarıyla aldanıyorsun? Fani starlardan medet umuyor, faniliğe müşteri oluyorsun? Bak şimdi de ağaçların dallarına, dilinin ve damağının müjdesi konduruldu. Önüne meyveler ve nimetler adedince sofralar kuruldu. O dilinle hâlâ Rabbine hamdetmeyecek misin? Bir teşekkürcük olsun, demeyecek misin? Sen bir zamanlar yokluk karanlıklarındaydın. Zülümat içinden varlık âlemine çıkarıldın ve sayısız nimetlerle donatıldın. Şimdi mahlukatı Rabbine perde yapıyorsun. Damlacıkta parlayan ışığa aldanıp güneşe sırt çeviriyorsun. Ama Rabbin yine de senden ümit kesmedi. Uyanman, hakikati görmen için nice elçileri gönderdi. Kâinatı bir sergi gibi serdi önüne, bu da yetmedi peygamberlerini yolladı sana. Ama sen karanlıklar içinde kalmak için direniyorsun. Nefsinin geçici ışıklarını kendine ilâh ediniyorsun. O'nun hediyelerini O'na karşı kullanıyorsun. Kendini uyuşturup dünyayı kalıcı yurt belliyorsun. Bil ki buna rağmen Rabbin ümit kesmedi senden. Sana kâinatı uğruna yarattığı Habibini (a.s.m) gönderdi. O ki seni kendi nefsine tercih ediyor. Her halindeki gül kokulu edasıyla sen ayılasın diye nurlar saçıyor yüzüne. Hâlâ kör mü kalacaksın? Hâlâ sana kalbinin en derinliklerinden konuşan vicdanının sesini boğacak mısın? Hâlâ Rabbine nankörlük etmeye devam mı edeceksin? Asr-ı Saadet'i sana ihsan eden; imanı, İslam'ı ve ihsanı ile seni perverde eden Sultanına karşı ubudiyetle cevap vermeyecek misin? Ey İnsan! Bil ki Allah gönderdiği çiçekler için cevap ister.


“Allah gönderdiği çiçekler için cevap bekler.”
Ve kul cevap verir:

Ey Rabbim!

Bir bahar çiçeğin daha dünya sahnesinden veda ederken ben Sana bu güzel hediyen karşısında yeterince teşekkürlerimi iletememenin burukluğuyla bilgisayar tuşlarına dokunmaktayım. Evet Seni hakkıyla zikredemedik ve hakkıyla Sana ubudiyet edemedik. Ve yine bize sunduğun hadsiz nimetler karşısında Sana hakkıyla teşekkür edemedik. Zaten bunu yapmaktan da aciziz. Aczimizi ve kusurumuzu ilan ediyor, Senden avf-ı mağfiret diliyoruz.

Sana hamd ederiz ki Seni hakkıyla tesbih eden ve Sana hakkıyla teşekkürlerini sunan mukarreb meleklerin, salih kulların ve hadsiz mevcudatın var. Onlar seni layık olduğun sena ile övmektedirler. Ve yine sana hamd ederiz ki âlemlere rahmet olarak yarattığın Resulün Sana layık olduğun şükrü sunmakta ve senin şanına yakışır bir ubudiyetle sana mukabele etmekte. Biz de O’nun dediği gibi Seni sena etmekteki aczimizi izhar eder, Seni hakkıyla sena etmeyi yine Sana havale ederiz.

Evet, teşekkürler Rabbim. Gönderdiğin bahar çiçekleri için, onlarla âlemlere sunmuş olduğun nimetler adedince teşekkürler.

Çocukluğumda baharın gelişini küçük güneşçikler misali dallara doldurduğun mimozalardan haber alırdım. Güneşin güzelliğini sayısız güneşçiklerle haykıran mimozalar misali hadsiz esman, çiçeklerin yüzünde gülümser, mücessem kelimelerle gözlerde okunarak kalbime yol bulurlardı. Senin güzel isimlerini, bozulmamış fıtratıma okutup sevgini fısıldarlardı kalbimin kulaklarına. Bu sene de uzun zamandan sonra mimozaları gördüğümde fark ettim, baharı dünyamıza misafir edişini. Çocukluğumun saf heyecanını yaşadım o sarı güneşçikleri seyrederken. Daha sonra o güneşçikleri beyaz paketlerin içinde yeşil çimenlere serpmiş olduğun papatyalar müjdelediler baharı. Onun beyaz taç yapraklarıyla okşanan kalbim. Sarı kısmın spiral kıvrımlarında sonsuzluğa kapı açıp Sana giden yolları fısıldadı hayalimin kulaklarına. Ardından kır menekşeleri, derken laleler, hercai menekşeler, defodiller, mor salkımlar derken bahar gelini duvağını kaldırarak gülümsediler yüzüme rahmetinin tebessümünü. Kiraz çiçeğinin bolca gülümseyen pembe çiçekleriyle coşarak sayısız teşekkürler döküldü dudaklarımdan. Sonra elmanın ve ayvanın beyazın üzerine kondurulmuş pembemsi çiçeğinin mahcubiyeti misali Sana layıkıyla teşekkür edememenin mahcubiyeti bürüdü kalbimi. Yeşilin hadsiz tonlarında yapraklar ve her tarafı çepeçevre kuşatmış çiçekler imdadıma yetiştiler. Onların övgüleri yüreğime su serpti.

Ey Rabbim!

Eğer elimden gelse Seni öven hadsiz maddi ve manevi çiçekler gibi bütün zerrat-ı kainat ve mürekkebatı adedince övgüler, hamdler ve teşekkürler sunardım Sana. Evet, maalesef gafletim ve kusurlarım bunu yapmama fırsat vermiyor ama en azından niyet olarak istiyorum. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiçbir şeyin hakkıyla sena edemeyeceği Senden bu niyetimi yapmış gibi kabul etmeni diliyorum. Bunu istemeye beni cesaretlendiren ise Senin sevgiline söyletmiş olduğun “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” sözüdür.

Ey merhameti bol olan Rabbim!

Beni önce mümin kullarının arasına al ve sonra da mukarreb melekler ve nebiler misali Sana yapılan övgüleri benim hesabıma da kabul eyle. Bu niyetimi amelimden say ve beni Sana çok şükreden, Seni çok zikreden ve Sana çokça ibadet eden salih kullarının zümresine kat. Beni Sana kulluktan uzaklaştıran engelleri benden uzaklaştır. Gafletimi uyanıklığa, âdetimi ibadete kalbeyle. Ve hadsiz günahlarımı hadsiz rahmetinle bertaraf eyle. Seyyiatımı kereminle hasenata tebdil eyle. Amin.

Abdurreşid.

KEVSER SURESİ

"Kes sesini!"
Kurban

Bak biz sana kevseri verdik.
O halde seni yaratan adına ibadet et.
O’na yönel, onun adına kurban kes.
Şu gerçek ki, senden nefret eden,
(her türlü iyilik ve güzellikten)
kesilmektedir. Ve işte o ebterdir.
Kevser suresi


EY NEFİS!

Nice kurban bayramı gibi bayramın ve kurbanın anlamını idrak edemeden yine veda ediyorsun ona. Etrafında akan kanları, yıkılan hayvanları, kesilen binlerce, milyonlarca ölü bedenleri görüp soruyorsun: Neden?

Neden milyonlarca cana kıymak gerekiyor?

Neden bu vahşet? Neden hayatlar son buluyor? Yaratıcı neden buna izin veriyor?

İçindeki isyanı hissediyor, gafletin yüzünden çektiğin ızdırabı anlıyorum.

Evet biliyorum, herkes gibi sen de sevmezsin yokluğu. Dilinin dokunduğu tat bitmesin istersin, gözüne değen güzellik solmasın istersin. Kulağına fısıldanan sözler dinmesin dersin. Biliyorum,

evet biliyorum, herkes gibi sen de hayata delicesine bağlısın. Bitişleri sevmezsin. Kötü sondan hoşlanmazsın. Ayrılıklar olmasın istersin. Doyumsuzcasına yeniliklere aşık olan kalbinin tükenişlerde tükendiğini biliyorum

Evet herkes gibi sen de baharın solan yapraklarından hüzün devşirir, ayrılıklardan dolayı feleğe sitemler yağdırırsın. Güneşin batışı hüzünlendirir seni. Ölümün yüzüne asla bakamazsın. Bitişler kâbusun olur, yok oluşlar karabasan…

Kendine bir bak. Duygularını bir dinle. Kalbine kulak ver. Dokunduğu bir çiçeğin bile solmasına razı olmayan ve onunla ebediyen var olmak isteyen kalbinin arzusunu keşfet. Her şeyi kendisine düşman eden hatta en çok sevdiğini en büyük bir düşmana çeviren, içinde haykıran, asla kesilmeyen o sese kulak ver. Ne istiyor bir dinle!

Bak, bitmeyen ilişkiler istiyor. Solmayan güller, elemsiz lezzetler istiyor. Daima tazelenen, daima haz veren, tükenmeden artan, arttıkça arzulatan, sona değmeyen, sonsuza giden bir hayat istiyor. Fani, geçici, sönücü olan hiçbir şeye razı olmuyor. Yani kısacası herkes gibi o da Kevser’i istiyor. Hadsiz arzularının karşılandığı bir nehir, sayısız düşmanını defeden bir sığınak istiyor. Bak dinle. Her ilişki onu fısıldıyor. Her çaba ona yöneliyor. Her arzu ona ulaşıyor. Hayata dokunan her varlığın var olmasını isterken aslında onu istiyor. Yaşamlar sönmesin derken onu fısıldıyor.

İşte Kevser sana bu derece yakın. Kalbinin ellerine takılmış. Sıkı tut onu. Sakın bırakma!

Bak, kalbine bitmeyen hayat, sönmeyen lezzet, eksilmeyen güzellik isteten kalbinin sahibini dinle. Sana, kalbin de şahittir ki biz sana Kevser’i verdik, diyor. O zaman kaybetme, içine düştüğün deryayı. Kevser’ini kaybetme. Kevser’in sahibi için namaz kıl ki Kevser sende kalsın. Yani neyi seversen sev, neye bakarsan bak, neye dokunursan dokun O’nun adına dokun, O’nun adına bak onun için sev. Sevdiğin şeyde O’nu gör ve O’nu sev, O’NA YÖNEL. Zira kalbinle sevdiğin her şey O’ndandır. Bitmeyen güzellik O’nundur ve tüm güzeller o güzelliği yansıtır. Tek var olan O’dur ve bütün varlıklar O’nun varlığının şahididir. Tıpkı gölgenin aslına şahitliği gibi. Kevser O’ndadır. O’nunladır ve O’ndandır. O hâlde seni O’ndan uzaklaştıran nefsini kurban et. O’nunla aranda kurulan bağı kesen, sonsuza uzanan arzularına set koyan nefis engelini kes. Nefsi de O’na ver ki kurban olsun. Sonsuza uzansın, O’na yaklaşsın. Kes göbeğini bağladığın tüm buzağılarını, kes zilletle boyun eğdiğin kuzularını, kes O’ndan seni alıkoyan inat keçilerini. Kibirle yürüyen enaniyet develerini kes. Perestiş ettiğin esbaba sırtını dön, sebeplerin sahibine yönel. Nefsin kanını akıt ki nefesin tükenmesin. Kurban ol ve yaklaş. Kevser’in içine dal. O’nda yok ol. Baki olan sende var olsun. O zaman sen de beka bulur ebediyen var olursun. Kesilmeyen, bitmeyen bir nimet bulursun.

Aksi hâlde helak olursun. O’na ulaşmayan her bakış söner. O’nu arzulamayan her istek gider. O’na dokunmayan her lezzet biter. Ebter olur, yok olur.

Evet asıl vahşet, varlığı sahibinden koparmakla olur. Asıl yok etme, kendinin olmayana sahiplenmekle başlar. Sana verilen bedeni, vereni dikkate almadan sergileme hakkını kendinde görmek, onun kıymetini düşürmektir, asıl vahşet. Varlığı Ezeli Yaratıcı’dan koparmaktır zülüm. Onu sahipsiz bırakmak, anlamsızlık girdabının içine salmaktır vahşet. Canı fenaya boğazlatmaktır cinayet. Ben deyip benliği kendine düşman etmektir kıyım. Cana kıymak canlara can katana canı kurban edememektir. Muhammed A.S.’ın, İbrahim’in A.S.’ın dinine sırt çevirip kendini ve tüm kâinatı yetim bırakmaktır vahşet. Kâinat çapında elemleri yüklenmektir hamakat. Tüm varlığın elemiyle ızdırap çeken duyguları sahibine teslim etmeyip onları tükenmez acılar içinde kıvrandırmaktır.

Ey varlığa âşık, ölümüne bekayı arzulayan, nimete doymayan ve ebed için yaratılan nefis!

Eğer ebter olup helak olmak istemezsen, eğer bekayı istersen kurban ol. Zaten O’nun olanı O’na bağ(ış)la ve “ses”ini kes.
ABDURREŞİD

HİÇ

ADI ‘LÂŞEY’Dİ, yani ‘hiç’. Hayata gelişini kendisi belirlemediği gibi, adını da kendisi belirlememişti. Zaten insan neyi tam olarak belirleyebilirdi ki? Önüne çıkan iki yoldan birini seçerdi belki ama yolda nelerle karşılaşacağını, ruhunda, iç âleminde neler yaşayacağını nasıl bilebilirdi ki?

Daha çocuk denecek yaşlarda iken babasına sorardı, adım neden Lâşey diye. Babası zamanın birinde şeyhini dinlerken şeyhi doğrudan doğruya ona dönmüş ve “anladın mı ey oğul, ya lâşe olursun ya da lâşey olup her şeyi bulursun” demiş. Babası bu sözün kendisini çok etkilediğini ve doğan ilk çocuğuna Lâşey adını koymaya karar verdiğini söyler oğluna. Ve sözüne devam ederek şöyle izah eder gelişmeleri:

‘Lâşey’ bir makamdır, tarikatın da ötesinde bir makam. Yolculuğun belki de en son durağı. Kendimi o yolculuğa layık görmediğim için kendi adımı değiştiremedim ama yine de o isim ile alakam olsun diye çocuğuma ‘Lâşey’ adını koymak istedim. ‘Ebu Lâşey’ olmayı seçtim yani.

Çocuk, ‘Lâşey’ adının bu şekilde konmasıyla birlikte kaderinin de çizildiğini anlar gibiydi. Onun hayat yolculuğunu şeyhin dilinden dökülen bir kelime belirleyecekti belki de. Hiç olup her şeye ulaşmak; O’nu bulmak, O’nunla olmak, O’nda yok olmak. İşte hayatının gayesi buydu artık.

Daha çocuktu ama büyük bir hedefe kilitlemişti kendini ya da kader onu böyle bir yolculuğa sevk etmişti.

Lâşey makamını bilmek aynı zamanda lâşenin de anlamını bilmeyi gerektiriyor olmalıydı ki zaman zaman ona Lâşey yerine lâşe diyenler de oluyordu. Bir gün babasına dert yandı yine, bu kez lâşenin ne olduğunu sordu ona. Babası doğrudan cevap verdi. ‘Lâşe pislik demek oğlum, ölü hayvanın kokmuş cesedine derler. Sen kafana takma bunu, ‘demek Allah bana ne olup ne olmamam gerektiğini hatırlatıyor’ diye düşün. Onlar sana lâşe dediklerinde ne olmaman gerektiğini hatırlarsın, adını andıklarında da ne olman gerektiğini. Yol bazen engellerle doludur. Engellerin ne olduğunu bilmen yolun kolaylaşmasını sağlar. lâşeyi bil ki Lâşey’e daha kolay varabilesin.’

Babasının dedikleri aklına yatmıştı ve artık kafasına takmıyordu söylenenleri. Kendi kendine ‘Lâşey olup her şeyin sahibini bulmazsan lâşe olup cehenneme yem olursun’ diye hatırlatırdı sık sık.

Yine bir gün yolculuktan sordu babasına. Miracı sordu. Babası ‘asıl yolculuk kalbin Rabbine olan yolculuğudur oğul. Kalbini masivaya kabir yapıp, onu kendinde bulmandır. Biz tarikat ehliyiz ve bizim meşrebimizde bu yolculuk dört kelimeyle ifade edilir. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk. Ama hakikat ve şeriat ehli bunu başka türlü söyler”

“Ne söylerler baba?”

Mesela “Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz” derler.

“Ne fark var aralarında?

“Zahirde bir fark yok. Bir paranın iki yüzü gibidir bunlar. Biri velayet diğeri nübüvvet yolunu resmeder. Birinde aşk vardır. Aşk o yolun bineğidir. Diğerinde acz, fakr, şefkat ve tefekkür.

Çocuk babasına bu yolculuğa ne zaman çıkacağını sorar. Babası ‘daha zamanı var’ diye geçiştirir. Çocuksa ısrar eder. Yolculuk için hazır olduğunu söyler. Baba ise henüz hazır değildir. Çocuğundan uzaklaşmaya gönlü razı olmaz. Fakat çocuk da ısrarından vazgeçmez. Yemeden içmeden kesilir. Babasını her görüşte zaman gelmedi mi hala dercesine gözüne dokundurur bakışlarını. Artık babası da kaçıramaz ondan bakışlarını. Ve yapamayacağı bir şey olduğunu söyleyerek caydırmak ister onu. Daha erken diye düşünür.

Bir gün yine çocuğun sual eden gözleriyle karşılaşınca kabul etmekten başka çare bulamaz. Ona tarikatın hakikatini öğretmesi ve yolculuğunda mürşitlik yapması için çok güvendiği bir şeyhe gönderir. Ve ona: “bundan sonra senin baban ve velin o. O ne derse onu yapacaksın, sakın ona karşı gelmeyesin. O seni gideceğin yere kadar götürür. Eğer götüremezse, götürecek birini bulur. Şimdi söz ver bana, ne olursa olsun, onun sözünden çıkmayacaksın, tamam mı?”der.

Çocuk, evet manasında başını sallar ve babasının elini öper. Babası çocuğu bir kervana katarak, şeyhin bulunduğu şehre yollar. Şeyhe ulaşan çocuk, babasının mektubunu ve selamını ona iletir. Şeyh daha görür görmez kalbi ısınır küçük dervişe. Ondaki azmi, gayreti ve edebi gözlerinden okur. Emanete ehil biri olduğunu anlar. Bir müddet dergâhta nefsini terbiye edecek işlerle meşgul eder. Onun hiç bir şeyden yılmayan halini görünce karar verir, onu uzun bir yolculuğa göndermeye.

İlk imtihanı dünya ile olacaktır. Bağdat’a gönderir onu. Kendi müritlerinden olan zengin bir tüccara emanet eder. Ona ticaret yapmasını ve gerekirse evlenip hayat kurmasını önerir. “Ne zaman seni çağırırsam her şeyi bırakıp, hiç bir şey yapmadan derhal bana geleceksin” der.

Genç derviş bu sözden imtihan için gönderildiğini anlar ve memnun olur. Bağdat’a ulaşan genç kısa bir zamanda kendisinin de anlayamayacağı bir şekilde zengin olur. Bir müddet sonra şehirde bir dilbere aşık olur. Aşkı öylesine kalbinde yer eder ki başka bir şey yapamaz olur. Dilber tüccarın kızıdır. Sonunda dayanamaz tüccardan kızını ister. Tüccar tüm varlığını kızına vermek ve bir müddet yanında karın tokluğuna çalışmak şartıyla kabul eder. Derviş pek düşünmeye gerek duymadan tüccarın teklifini kabul eder, zira aşkından başka bir şey düşünemez olmuştur. Malını tüccara teslim eder ve yanında yok bahasına çalışır.

Tüccar, dervişin bu fedakârlığı karşısında sözünde durur. Ve nikahlar kızıyla genç dervişi. Üstelik mirasına da ortak eder.

Daha henüz kız eve yeni gelmiştir ki dervişin kapısını biri çalar. Derviş, hanımının peçesini henüz açmamıştır bile. Kapıyı açar, karşısında bir ulak, elinde de bir mektup. Mektubun kimden olduğunu hemen anlar. İçinde de ne yazıldığını tahmin eder. Bir an tereddüt eder, o geceyi orda geçirip öyle gitmek ister. Fakat bunun da sınavın bir parçası olduğunu hisseder. Asıl hedefine ulaşmada ayağına takılacak bir engelin olmasını istemez. Nefsi bir hayli zorlar onu. Belki saatlerce bir şey yapmadan bekler öylece. Kalbi kuralı bozmaya yanaşmaz. Hiç bir şey söylemeden dışarı çıkar. Serin rüzgârla taşınan toprak kokusunu ciğerlerine çeker. Son bir kez evine ve bahçesine bakar. Toprak nice güzellikler yetiştirmiştir. Ve üzerinde nice binalar biçilmiştir (dikilmiştir). Hepsi sonunda yine ona dönerler. Bizler ondan geldik ve ona döneceğiz der ve yola koyulur.

Kapalı zarfı şeyhe ulaştırır. Şeyh emrin derhal yerine getirildiğini anlar ve takdir eder onu. İlk sınavı başarıyla geçmiştir. Bir müddet yanında tutar onu, sonra tekrar yola koyulmasını söyler.

Çok uzak bir ülkenin ücra bir şehrine gönderir onu. Halkın irşadıyla vazifelendirir. Derviş yola koyulur ve uzun bir seferden sonra menzile ulaşır. Çok kısa bir sürede herkesin gönlünde taht kurar. Nice müritlere ulaşır. Etrafında nice insanlar pervane olur. Çok tanınan, ilmi âleme yayılan bir allame olur. Fakirlerin dostu, yetimlerin koruyucusu, ilim meclislerinin gülü olur. Sonunda büyük bir medrese inşa eder. Böylece oraya dünyanın dört bir yanından ihlâslı ve zeki talebeleri celbetmeyi hedefler. Tam medresesin inşaatı bitmiştir. Herkes medresenin açılış duasını yapması için onu bekler. Yüzlerce âlim ve binlerce talebe hayranlık içinde onu seyreder. Derken bir ulak belirir yanı başında ve eline bir zarf tutuşturur. Derviş mektubun kimden geldiğini bilir.

Daha yolun henüz başındadır ve yapacak çok şeyi vardır. Üstelik yaptığı iş de ahiret işidir ve Allahın rızası gözetilmektedir. Zihninde bu ve benzeri düşüncelerle gelgitler yaşarken bir an sözünü hatırlar ve bunun da bir sınav olduğunu fark eder. Kararını verir ve derhal yola koyulur.

Üçüncü yolculuk ise yalnız başına çekileceği bir mağaradır. Şeyhi onu riyazet için yollar. Uzun bir riyazet, tezekkür ve tefekkürden sonra, dervişin gönlü açılır. Görülmedik haller yaşar. Adeta gayb perdesi açılmıştır ona. Daha önce hiç tanımadığı âlemlerde dolaşır. Yaşayan ve ahirete göçmüş velilerle tanışır. Peygamberlere talebe olur. Onların ilminden feyiz alır.

Yakaza halinde Rasulullahla (a.s) görüşür. Ondan ders alır. Her an Allah’la olmanın hazzına varır. Hiç ayrılmak istemez oradan. Bir ömür boyu hatta sonsuza dek orada kalmak ister. Geceleri namaz kılar, gündüzleri âlemi tefekküre dalar. Âlemde bir o vardır, bir de onunla mevcudat vasıtasıyla konuşan Rabbi. Derken tekrar bir ulak gelir ve yine dönüş vardır. Bu sefer uzun süre düşünür. Hayatının en zor kararıyla yüzleşir. Fakat yapacak bir şey yoktur. Verdiği sözü tutmalıdır. Zira söz namustur. Namus gitti mi her şey gider.

Hemen yola koyulur. Şeyh onun simasını gördüğünde gözlerinde kendisini fersah fersah geçtiğini anlar. Artık ona ihtiyacı yoktur. Son bir vazife daha verir ona. Derki “bu şehirde büyükçe bir evde bir kadın yaşar. Git o kadını ziyaret et. Ondan alacaklarını al ve geri dön. Gece yarısı yola koyulur derviş. Eve vardığında kapının açık olduğunu görür. Açık kapıdan içeri dalar.

Ev saray gibi çok büyüktür. Onlarca odası vardır. Ve odalardan kahkahalar, eğlence sesleri yayılmaktadır. Kızlı erkekli gruplar içki içip meşk etmektedir. Kapının açık olmasından anlar ki açık kapılardan gitmesi gerekir. Doğruca yukarıya çıkar. En üst katta sadece bir kapı açıktır ve o kapıdan içeri girer. İçerde üzeri ziynetlerle dolu orta yaşlı bir kadınla karsılaşır. Anlaşılan malikânenin sahibidir o kadın. Gelenin kim olduğundan haberdardır ve buyur eder yanına. Yakınında bir sedire oturtur. “Demek sensin hakikat yolcusu. Ya da son kurban”

Bir müddet karşılıklı bakışırlar. Kadın içeriye gider ve elinde kadehle geri döner. Kadehi ona uzatır ve içini şarapla doldurmaya kalkışır. Derviş şarabı tutar. Ve masaya koyar. Kadın “yolun sonuna geldin, kadehi doldur iç ve nihayete eriş. Madem hiç bir şeysin hiç bir itikada sahip olmamalısın. Hiç bir şey olanın hiç bir itikadı olmaz. Tüm inançlardan sıyrılmadıkça Ona tam olarak ulaşamazsın. Her şeyden sıyrıl ki Onu her şeyi ile bulasın.”

Genç derviş maksadının emre karşı gelmek olmadığını sadece emrin doğru yoldan gelip gelmediğini anlamaya çalıştığını söyler. Cebinden küçük bir bıçak çıkarıp parmağını keser, oluk gibi akan kanı kadehe doldurur. Ve kadına uzatır. Kadın tiksintiyle dervişe bakar. “Bunu içmemi mi istiyorsun yani?” diye sorar. Ve kadehi iter.

Derviş “sen benden ahiretimi ve dinimi terk etmemi istiyorsun. Bense senden dünyandan küçük bir lezzeti terk etmeni. Sen dünyanın küçücük lezzetini terk etmeye yanaşmazken benim dinimi terk etmemi nasıl beklersin?” der ve şarabı içi kan dolu kadehin üstüne ekler. Kadehi alır, tam ağzına götürecektir ki kadın elini tutar.

“Asıl mesele terki terk etmektir. Terki terk etmedikçe yol tamam olmaz. Bazılarının kalbi buzdan bir kadeh gibidir. O kadehe yoğunlaşır ve kadehin azametine hayran olur. Çünkü kadeh de sudan gelmiştir. Kadehin içine suyu doldurdu mu bütün deryayı yuttum zanneder. İçindeki suyu da buz yapar. Tüm varlığıyla su olduğunu zanneder. Dili ‘Rabbim cübbemin içindedir’ dedirtir. Ama bazı kalpler de vardır ki, resullerin ve kâmil insanların kalbi gibi, onlar kadehe bakmaz, deryaya nazar ederler. Deryanın sonsuzluğu karşısında kadehin küçüklüğünü fark ederler. Kadehin de Ondan olduğunu bilip, fırlatırlar onu deryanın içine. Derya da yok olur, derya olurlar.” der ve kadın dervişin elindeki kadehi ağzına götürür ve içer. İçindekini bitirir bitirmez, yere yığılır. ‘Allah’ der ve canını teslim eder.

Genç Derviş, hemen şeyhinin dergâhına doğru yol alır, dergâha vardığında bir hüzün havası hisseder. Koşarak şeyhin kapısına varır. Kapı açıktır. Ve şeyh cansız bedeniyle yatağında yatmaktadır. Gözleri açıktır hala. Sanki hiç ölmemiş gibidir. Zaten öyle değil midir ki? Allah’ın dostları ölümle gerçek hayata başlarlar.

Şeyhin yanında bir zarf gözlerine ilişir. Zarfı açar ve okumaya başlar.

“Ey oğul! Ben görevimi tamamladım. Gözüm arkada kalmayacak inşallah. Sen gerçek mürşidi buldun. Tarikatın sonuna ulaştın. Fakat sanma ki yolun sonundasın. Tarikat yolun başıdır. Şeriat asıl olandır. Zira hakiki şeriat tarikatın da marifetin de hakikatin de ta kendisidir. Resulullah (s.a) yolun en zirvesinde, ondan ötesi olmayan yerdeyken gerisin geri ümmetin yanına döndü. Onun kalbindeki şefkat, aşkına galip oldu. Aslında yolun sonu yoktur oğul. Sonu olan yol, yol değildir zaten. O’nun sonu olmadığı gibi O’na giden yolların da sonu olmaz. Onda kaybolan yoldan da kaybolur. Her yer O’na yol olur. Her yolda da O’nu bulur. Lâşey olan her şeyde O’nu bulur. O’ndan olur, O’nunla olur. Vesselam”

Şeyh-i LÂŞEY

Abdürreşid Şahin

ZİKRET Kİ ZİKREDİLESİN

EY NEFİS!

Bu gün yine boş sandıklarla çıktın rabbinin huzuruna. Sen kılmış olduğunu ve içerisinde rabbine neleri söylediğini kendin dahi hatırlamadığın namazlarını kıyamette rabbinin hatırlamasını nasıl umarsın!

Sen görmüyorsun ki namazlarını onun görmesini isteyesin. Yıllar geçse de lezzetini kalbinde tattığın namazlar nerede?

Onları hatırlıyor olman onun tarafından anılıyor olmanın bir alameti değil mi?

O sana o namazları sık sık hatırlatarak adeta ‘ben boş sandıkları değil küçük ama zinetli, zümrüt misal namazları isterim’ demiyor mu?

“Bana ne getirdiğine önce kendin bir bak! Sandığın içinde ne olduğunu kendin dahi bilmezken benim hatırlamamı nasıl beklersin. Sen beni zikretmedin ki ben seni zikredeyim. Sen hiç unutamadığın zinetleri getir bana. Sunacaksan onları sun bana, kulağını kalbine yanaştırdığında seni zikrettiğimi duyacak, huzur bulacaksın o zaman” demeyecek mi?

Ey nefis!

Sahi sen onunla ne konuştuğunu anımsıyor musun? O halde hala nasıl onun seni zikretmesini bekliyorsun?

Ey kölesini yedirip içiren, sonra uykuya emanet eden gafil!

Nefs kölesini Allah’a sat ki cenneti bulasın. Nefsin yakasını bırakma ki o seni yaka-paça gazabın koynuna atmasın.

Gerçekten sevdiğin ve değer verdiğin birinden veya birilerinden bir hediye aldığında memnun olur, minnettarlığını ilan edersin. O hediyeyi her gördüğünde onu hatırlar zikredersin. Onu başkasına gösterdiğinde sana hediyeyi vereni yâd eder ve bana bunu falanca verdi diye ilan edersin. Peki, sana her gün ve her anda hadsiz hediyeler sunan rabbini neden hatırlamaz ve minnetle yâd etmezsin. Yoksa onun sendeki kıymeti daha mı az ki onu pek az zikredersin. Ya da onun hediyesinin çokluğu onu kıymetten mi düşürüyor ki zikretmeye değer bulmazsın.

Sonra bir de rabbim beni unuttu diye insanlara dert yanarsın. O nasıl seni unutur. Her an seni var edip yanında gözetleyen rakibin iken…

Her an nefes alıyor, görüyor, işitiyor ve hissediyorsun. Bütün bunlar çok mu kıymetsiz. Sorarım sana gözlerinin bedeli nedir, kalbini kaça satarsın, işitmenin bedeli ne?

Anadan doğma kör olsan sevdiğin birini bir dakikacık görme uğrunda bütün servetini vermez miydin? Gözünün nuru çocuğunun sesini bir kez işitmenin bedeli nedir? Sekeratta kalbin durmuşken bir dakikacık daha atması için bütün varlığını vermez miydin?

Oysa sen her an görür haldesin. Gözünün ve gördüklerinin bedeli olarak ne veriyorsun? Sevdiklerinin sesi kulaklarını okşuyor. Hangi bedeli ödüyorsun? Kalbin canın için ve cananların için durmadan atıp duruyor.

Sahi kalbinin sahibine ödemen gereken bir bedel yok mu sence?

Sen sevdiklerine seni hatırlamaları ve anmaları için hediyeler verirsin. Onların teşekkürü unutması durumunda nankör diye dert yanarsın.

Öyleyse ey nefis senin nankörlüklerine ne demeli… O seni hadsiz nimetleriyle zikrediyor sen de onu hadsiz bir niyet ve itikad ile zikret ki onun seni her an zikrettiğini göresin. Sana verdiklerini ve veriyor olduklarını fark ederek şükret ki nimet ziyade olsun. Aksi takdirde sen unuttuğun için unutulursun ve nimeti inkâr edenlerden olursun.

Ey rabbini arayan nefis!

Allah’ı yanında bulmak ve her an nimet içinde olmak istersen namazla ve sabırla ona yönel. Onu çokça zikret ki seni zikrettiğini göresin.

ABDURREŞİD

BELA

EY NEFİS!
Bela’yı hatırlıyor musun?
Ne belası.

Baş belası değil elbet.
Peki, neyin belasını hatırlamalıyım?
Ruhunun ‘bela’sını.
Ruhun belası mı ama nasıl hatırlayabilirim ki!
Hani bütün ruhlar tasdik etmişti ya Rablerini. Elest bezminden bahsediyorum.
Anlayamadım.
Ruhlar âleminde ilk yaradılış anında, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyen Rabbin sorusu karşısında bütün ruhlar, “Evet, öylesin” manasında “bela” demişler.
Hatırlamam mı gerekiyor?
Hayır, unutmaman gerekiyor.
Unutmamak mı?
Evet, unutmamak çünkü o soru her an soruluyor hatta zamanlar üstü sorulan zamansız bir soru bu.
Peki, şimdi zamanı mı bu sorunun?
Evet, eğer kabirde cevapsız kalmak istemiyorsan şimdi cevaplamalısın.
Şimdi mi… ama nasıl?
Kâinatı ve kendini dinle, bu sualin her an sorulduğunu ve aynı zamanda cevaplandığını işiteceksin.
Sahi sen nasıl oluyor da bir meyveyi tadabiliyor ve lezzet alabiliyorsun?
Tüm bunlar zaten olagelen şeyler.
Dilin terbiye ediliyor olmasaydı sen o tadı algılayıp lezzet alabilir miydin?
Yani?
Dilin tadıyorsa, meyveyi yaratan dilini de o meyveden istifade edecek şekilde terbiye etmiş ve etmekte.
Peki, bunun bela ile ilgisi ne?
Meyve sana Rabbin sorduğu soruyu tekrar ediyor, yeniliyor.
Tekrar mı ediyor?
Evet, tekrar ediyor çünkü o soru geçmişte sorulup bitmiş bir soru değil. Her an soruluyor. Zira ezelden gelen bir söz o.
Nasıl yani?
Mesela Yaratıcı, bir meyve aracılığıyla seninle konuşuyor ve sana soruyor. Her şeyle yeniliyor sorusunu. Ya da yeniden işittiriyor.
Bana soru mu soruyor, nasıl yani?
Evet. Sana meyvenin lisan-ı hâliyle, “Ben bu meyveyi tadıp lezzet alacak şekilde seni terbiye eden Rabbin değil miyim?” diye soruyor. Yoksa sen nereden bilecektin meyvenin tadını ve de meyve nereden bilecekti senin tatmak istediğini. Meyveyi tadabiliyor oluşun, çiçeği koklayıp memnun oluyor oluşun yan da bir pislikten tiksinip onu istemiyor oluşun tesadüf mü yani. Seni iyiden hoşlanacak ve kötüyü sevmeyecek hâlde terbiye eden kim? O sana hâlâ aynı soruyu sormuyor mu? “Güzeli sevecek ve çirkinden hoşlanmayacak şekilde duygularını terbiye eden Ben; yani güzelin, çirkinin Yaratıcısı ve senin donanımlarını onlara göre terbiye eden Rabbin değil miyim?” demiyor mu? Ruhuna ve o ruhun ellerinin uzandığı kâinata bir bak, bu sorunun ne derece aşikâr olduğunu görürsün.

Ey nefis!
Sakın gaflet etme. Ve “bela” de.
Her muhatap olduğun şeyde Rabbini tasdik et.
Gördüklerin sana gözünün Rabbini sorar ya da Rabbin sana onların hâlinden, “Ben senin gözünü görecek şekilde terbiye eden Rabbin değil miyim?” diye sorar. Sen de o gözü O’nun adına kullanmak suretiyle “bela” de. Rabbini tasdik et. Emanete hıyanet etme.
Dilin, belasını bulmadan “bela”ya dokunsun. Gözlerin “bela” okusun, kulakların dilinden “bela” duysun; ta ki belanı bulmayasın. Dilin sustuğu ve azaların konuştuğu günde, onlar Rabbi tasdik ederlerken senin kaybettiğin “bela”yı sana buldurmasınlar. O zaman her şeyini kaybetmiş olursun. Zira Rabbinin olmayan bir şey yok ki sende kalsın, senin olursun. O hâlde ‘bela’ demek suretiyle belayı defet.

Evet, ey nefis!
Her dil, tattığı tatlar adedince kendini tatlardan istifade edecek şekilde yaratan Rabbini onaylar ve “bela” der. Her göz, gördüğü mevcut adedince “bela” söyler. Her kulak işittiği sesler adedince kulağa işittiren Rabbin sözünü tasdik eder. Her ruh “bela” der. “İşittik ve iman ettik.” diye onaylar her kalp. O hâlde sen de arkadaşlarına uy ve seni terbiye eden Rabbine cevap ver. “Bela” de. Ve sakın rabbini tanımadan bu dünyadan göçeyim deme. Yoksa hem kendini hem, kendi adına, kardeşlerini de helak edersin. Zira Rabbin “elestü”nün cevabını almazsa bela verir. Rabbin varsa belan da olmalı. Bela’n yoksa Rabbinden sana bela gelir. Sen kendi belanı bulursun. Burada Rabbin sualine “bela” de ki o da senden kabirdeki “Men rabbuke?” belasını\sınavını başından savsın.

Ey beni Seni tanıyacak surette yaratan ve hadsiz kabiliyetle donatan Rabbim! Ey elest bezminden bu yana daima rububiyetini kullarında tecelli ettiren Rabbim. Bizi kabirde cevapsız bırakma. Her an tecelli eden rububiyetini tasdik ederek, “Men rabbuke”ye karşı bize “Rabbim semanın ve arzın ve içerisindekilerin, bütün zaman ve mekanda, terbiye edicisi olan ve beni de onlarla terbiye eden Allah’tır.” demeyi nasip eyle. Her andaki belayı, rububiyetinin tasdiki manasındaki “bela” ile sav ki bela vereni bulduk, tüm belalardan kurtulduk, diyebilelim. O ne güzel beladır ki tüm belaları savar.
Bize sensizlik belasını savan bir bela ver. Belayı veren olduğunu bize unutturma.
Zira Senin verdiğin belanın kurbanıyız biz. Belana kurban olalım, belada seni bulalım. Âmin.
Abdurreşid.

ZİKRET Kİ ZİKREDİLESİN

EY NEFİS!

Bu gün yine boş sandıklarla çıktın rabbinin huzuruna. Sen kılmış olduğunu ve içerisinde rabbine neleri söylediğini kendin dahi hatırlamadığın namazlarını kıyamette rabbinin hatırlamasını nasıl umarsın!

Sen görmüyorsun ki namazlarını onun görmesini isteyesin. Yıllar geçse de lezzetini kalbinde tattığın namazlar nerede?

Onları hatırlıyor olman onun tarafından anılıyor olmanın bir alameti değil mi?

O sana o namazları sık sık hatırlatarak adeta ‘ben boş sandıkları değil küçük ama zinetli, zümrüt misal namazları isterim’ demiyor mu?

“Bana ne getirdiğine önce kendin bir bak! Sandığın içinde ne olduğunu kendin dahi bilmezken benim hatırlamamı nasıl beklersin. Sen beni zikretmedin ki ben seni zikredeyim. Sen hiç unutamadığın zinetleri getir bana. Sunacaksan onları sun bana, kulağını kalbine yanaştırdığında seni zikrettiğimi duyacak, huzur bulacaksın o zaman” demeyecek mi?

Ey nefis!

Sahi sen onunla ne konuştuğunu anımsıyor musun? O halde hala nasıl onun seni zikretmesini bekliyorsun?

Ey kölesini yedirip içiren, sonra uykuya emanet eden gafil!

Nefs kölesini Allah’a sat ki cenneti bulasın. Nefsin yakasını bırakma ki o seni yaka-paça gazabın koynuna atmasın.

Gerçekten sevdiğin ve değer verdiğin birinden veya birilerinden bir hediye aldığında memnun olur, minnettarlığını ilan edersin. O hediyeyi her gördüğünde onu hatırlar zikredersin. Onu başkasına gösterdiğinde sana hediyeyi vereni yâd eder ve bana bunu falanca verdi diye ilan edersin. Peki, sana her gün ve her anda hadsiz hediyeler sunan rabbini neden hatırlamaz ve minnetle yâd etmezsin. Yoksa onun sendeki kıymeti daha mı az ki onu pek az zikredersin. Ya da onun hediyesinin çokluğu onu kıymetten mi düşürüyor ki zikretmeye değer bulmazsın.

Sonra bir de rabbim beni unuttu diye insanlara dert yanarsın. O nasıl seni unutur. Her an seni var edip yanında gözetleyen rakibin iken…

Her an nefes alıyor, görüyor, işitiyor ve hissediyorsun. Bütün bunlar çok mu kıymetsiz. Sorarım sana gözlerinin bedeli nedir, kalbini kaça satarsın, işitmenin bedeli ne?

Anadan doğma kör olsan sevdiğin birini bir dakikacık görme uğrunda bütün servetini vermez miydin? Gözünün nuru çocuğunun sesini bir kez işitmenin bedeli nedir? Sekeratta kalbin durmuşken bir dakikacık daha atması için bütün varlığını vermez miydin?

Oysa sen her an görür haldesin. Gözünün ve gördüklerinin bedeli olarak ne veriyorsun? Sevdiklerinin sesi kulaklarını okşuyor. Hangi bedeli ödüyorsun? Kalbin canın için ve cananların için durmadan atıp duruyor.

Sahi kalbinin sahibine ödemen gereken bir bedel yok mu sence?

Sen sevdiklerine seni hatırlamaları ve anmaları için hediyeler verirsin. Onların teşekkürü unutması durumunda nankör diye dert yanarsın.

Öyleyse ey nefis senin nankörlüklerine ne demeli… O seni hadsiz nimetleriyle zikrediyor sen de onu hadsiz bir niyet ve itikad ile zikret ki onun seni her an zikrettiğini göresin. Sana verdiklerini ve veriyor olduklarını fark ederek şükret ki nimet ziyade olsun. Aksi takdirde sen unuttuğun için unutulursun ve nimeti inkâr edenlerden olursun.

Ey rabbini arayan nefis!

Allah’ı yanında bulmak ve her an nimet içinde olmak istersen namazla ve sabırla ona yönel. Onu çokça zikret ki seni zikrettiğini göresin.

abdurreşid