23 Ağustos 2014 Cumartesi

teşekkürler rabbim!

TEŞEKKÜRLER RABBİM!
“Allah gönderdiği çiçekler için cevap bekler.”
Ve kul cevap verir:
Ey Rabbim!
Bir bahar çiçeğin daha dünya sahnesinden veda ederken ben Sana bu güzel hediyen karşısında yeterince teşekkürlerimi iletememenin burukluğuyla bilgisayar tuşlarına dokunmaktayım. Evet Seni hakkıyla zikredemedik ve hakkıyla Sana ubudiyet edemedik. Ve yine bize sunduğun hadsiz nimetler karşısında Sana hakkıyla teşekkür edemedik. Zaten bunu yapmaktan da aciziz. Aczimizi ve kusurumuzu ilan ediyor, Senden avf-ı mağfiret diliyoruz.
Sana hamd ederiz ki Seni hakkıyla tesbih eden ve Sana hakkıyla teşekkürlerini sunan mukarreb meleklerin, salih kulların ve hadsiz mevcudatın var. Onlar seni layık olduğun sena ile övmektedirler. Ve yine sana hamd ederiz ki âlemlere rahmet olarak yarattığın Resulün Sana layık olduğun şükrü sunmakta ve senin şanına yakışır bir ubudiyetle sana mukabele etmekte. Biz de O’nun dediği gibi Seni sena etmekteki aczimizi izhar eder, Seni hakkıyla sena etmeyi yine Sana havale ederiz.
Evet, teşekkürler Rabbim. Gönderdiğin bahar çiçekleri için, onlarla âlemlere sunmuş olduğun nimetler adedince teşekkürler.
Çocukluğumda baharın gelişini küçük güneşçikler misali dallara doldurduğun mimozalardan haber alırdım. Güneşin güzelliğini sayısız güneşçiklerle haykıran mimozalar misali hadsiz esman, çiçeklerin yüzünde gülümser, mücessem kelimelerle gözlerde okunarak kalbime yol bulurlardı. Senin güzel isimlerini, bozulmamış fıtratıma okutup sevgini fısıldarlardı kalbimin kulaklarına. Bu sene de uzun zamandan sonra mimozaları gördüğümde fark ettim, baharı dünyamıza misafir edişini. Çocukluğumun saf heyecanını yaşadım o sarı güneşçikleri seyrederken. Daha sonra o güneşçikleri beyaz paketlerin içinde yeşil çimenlere serpmiş olduğun papatyalar müjdelediler baharı. Onun beyaz taç yapraklarıyla okşanan kalbim. Sarı kısmın spiral kıvrımlarında sonsuzluğa kapı açıp Sana giden yolları fısıldadı hayalimin kulaklarına. Ardından kır menekşeleri, derken laleler, hercai menekşeler, defodiller, mor salkımlar derken bahar gelini duvağını kaldırarak gülümsediler yüzüme rahmetinin tebessümünü. Kiraz çiçeğinin bolca gülümseyen pembe çiçekleriyle coşarak sayısız teşekkürler döküldü dudaklarımdan. Sonra elmanın ve ayvanın beyazın üzerine kondurulmuş pembemsi çiçeğinin mahcubiyeti misali Sana layıkıyla teşekkür edememenin mahcubiyeti bürüdü kalbimi. Yeşilin hadsiz tonlarında yapraklar ve her tarafı çepeçevre kuşatmış çiçekler imdadıma yetiştiler. Onların övgüleri yüreğime su serpti.
Ey Rabbim!
Eğer elimden gelse Seni öven hadsiz maddi ve manevi çiçekler gibi bütün zerrat-ı kainat ve mürekkebatı adedince övgüler, hamdler ve teşekkürler sunardım Sana. Evet, maalesef gafletim ve kusurlarım bunu yapmama fırsat vermiyor ama en azından niyet olarak istiyorum. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiçbir şeyin hakkıyla sena edemeyeceği Senden bu niyetimi yapmış gibi kabul etmeni diliyorum. Bunu istemeye beni cesaretlendiren ise Senin sevgiline söyletmiş olduğun “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” sözüdür.
Ey merhameti bol olan Rabbim!
Beni önce mümin kullarının arasına al ve sonra da mukarreb melekler ve nebiler misali Sana yapılan övgüleri benim hesabıma da kabul eyle. Bu niyetimi amelimden say ve beni Sana çok şükreden, Seni çok zikreden ve Sana çokça ibadet eden salih kullarının zümresine kat. Beni Sana kulluktan uzaklaştıran engelleri benden uzaklaştır. Gafletimi uyanıklığa, âdetimi ibadete kalbeyle. Ve hadsiz günahlarımı hadsiz rahmetinle bertaraf eyle. Seyyiatımı kereminle hasenata tebdil eyle. Amin.

 

SU GİBİ AC(Z)İZ
  

BARDAĞIN İÇİNDE bir damla su. Bir aşağı bir yukarı gezdirdim onu. Sonra durup seyrettim. O damla , aczin ve fakrın en güzel ifadesi olan; muhtaç oluşun, isteyen oluşun, yalvarış halinin sözsüz ifadesi olan göz yaşını andırıyordu.


Doğrusu suyun tarifinde bile acz ve fakr saklı. Renksiz, kokusuz, tadsız, şekilsiz deriz ona . Sahip olmayışın, renksiz oluşun sembolüdür o. Sahiplenmeyen ve kendilerinden bir şeyleri olmayanların sembolü…
O, hadsiz nimete kavuşanlara Hadsiz Nimet Veren’in güzel bir aynasıdır.


Kendisi renksizdir.
Fakat onda bütün renkler görünür. Gökkuşağı onun minik ellerinde boyanır. Her mevsim farklı renklere bürünür. Yeşil elbiseler dokunur onda , ağaçlara libas olur. Rengarenk giysileri giyinen bahar hurileri onunla gülümser. Ziynetleri olan meyveler renkli bardaklarda sunulur bizlere.

Şekli ve biçimi yoktur.
Fakat bütün şekiller ve biçimler ihsan edilir ona. Hadsiz biçimli beyaz kar melekleri o mürekkeple çizilir. Onun yüzüne hadsiz nakışlar dokunur. Yapraklar, çiçekler, kelebekler, insanlar ve hayat onun harcıyla şekillenir. Girdiği her şeyin biçimini alır ve Biçimi Veren Sanatkârın sanatını gözlere okutur.

Kokusu yoktur.
Fakat bütün kokular onun lisanı halinde Rabbine olan teşekkürlerin ifadesi olur. Rabbin nimeti onun dilinde sevinç gözyaşlarıyla şükür tebessümüne dönüşür. O küçük damlacıklardan şükrün kokusu yayılır.

Tatsız olarak bilinir.
Oysa tatlılara tat veren şerbettir o. Tüm lezzetler onun ellerinde sunulur bize. Tat olunla ulaşır dile ve dillerin şükrüne vesile olur.


SU acz ve fakr libasına büründükçe Rahmet Sahibi Sâni, onu hadsiz nimetlere mazhar eder. Sahip olmadıklarının çokluğunca güzellikler yazar onun mürekkebinde. Acz ve fakr libasına bürünmüş saf su, safi Rahmet olur. Dillere rahmet okutur.

Su bize seslenir. Benim gibi renksiz, kokusuz, “ben”siz olursanız benim gibi, külli bir ayine olursunuz Rabbe. Evet su gibi acz ve fakr hamuruyla yoğrulmuş bir fıtratta Muhammed-ül Arabi (AS) gibi bütün isimlerin en güzel göstericisi külli bir ayine yazılır.

Su gibi acz ve fakr eken, bereket ve Rahmet’i biçer. Nasıl toprağa acz ve fakr duası olan suyu verirsek tohum bereketlenir ve rahmet olursa, göz yaşıyla aczini ve fakrını ifade edip amelini süsleyen bir kul da, berekete ve rahmete mazhar olur. Allah için bütün mahlukat adına dua edip gözyaşını akıtan bir gönül rahmet ve bereketle dolar. Hayatı rahmetin ve bereketin mücessem tezahürü olur ve ona ALEMLERİN RAHMETİ DENİLİR.

Bir şeyi olmayan suya her şeyi veren Rab, bize de su ile her şeyi vadediyor. Su gibi olursak tabi...

O zaman ey nefis! Rabbine karşı su gibi aciz ol ki aziz olasın!...



4 Mart 2013 Pazartesi


"Doğurmadı ve Doğmadı" Ne Demek?

Lemyelid velemyuled hepimizin bildiği İhlas suresinden bir ayet.

Bu ayet genelde tercüme edilirken başlıkta ifade edilen anlamda tercüme edilir. Bana bu tercüme hiç sıcak ve anlamlı gelmiyor. Sanki malumu ilan kabilinden olsa gerek bu tür bir tercümeyi muciz-ul beyan olan Kur'an’la pek bağdaştıramıyorum.

Tabii ki burada itirazım tercümeye; ayete değil. Kendi kendime her ifadesi mucizevi ve beliğ olan Kur’an bu ayetle ne demek istiyor? Yaratıcının insan misali doğurmayıp doğmayacağı aşikardır
Hiç israf etmeyen ve gereksiz söz sarf etmeyen Yaratıcı bu ifadelerle ne kastediyor diye düşünmeye başladım. Burada O’nun mutlak ve sonsuzluğuna vurgu var sonucuna ulaştım ama bu da beni tatmin etmedi.

Evet, Allah sonsuz ve mutlak fakata ayet neden bu ifadeleri kullanıyor. İşte bunun üzerinde yoğunlaşınca aklımı ve kalbimi tatmin edecek bir takım manalara ulaştım. Meramımı bir örnek üzerinden anlatacağım. Rabbimin inayeti refik olur ve istifadeye medar olur inşallah.
 
Şimdi kendinizi bir sineme salonunda tahayyül edin. Salon karanlık, beyaz perdeye bakıyorsunuz. Henüz film başlamamış, sadece perdeyi görüyorsunuz.

Biri size sorsa, perdede ne var? Muhtemelen cevabınız “hiçbir şey” olacaktır.

 Az sonra perdede bir el şekli belirmiş olsun. Yine aynı soruya muhatap olduğunuzda bu sefer yanıtınız “bir el” yada “bir elin gölgesi” olacaktır.

Peki,hakikatte bu verdiğiniz cevaplar doğru mu? Gerçekten ilkinde perdede hiçbir şey yokken ikincisinde bir el mi var?

Hayır, ikisi de yanlış. Neden? Çünkü ilkinde perdede ışık vardı fakat perdenin tamamını ihata ettiği ve varlığını kıyaslayabileceğimiz bir şey olmadığından bizde var algısı oluşmadı.

Yani şiddet-i zuhurundan tesettür etmişti. Peki, ikinci durumda perdede bir el yok mu diye sorarsanız cevabım hakikatte var olan el değil ışıktır, el sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan ve ışığın varlığına dayalı bir varlıktır.

Işık gibi kendine ait bir varlığı yok. Işık perdede daimi olarak var, gölge ise ayrı bir vucut sahibi olarak orada var değil, sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan izafi bir ademi bir varlıktır. Yani varlık cinsinden değil yokluk cinsindendir.

Kendine ait bağımsız bir varlığı yok. Işığı çektiğimizde ekranda el kalmaz. Ayrı bir varlık sahibi değildir. Ama gölge olmasa da ışık hala var.
 
Peki, gölge nedir öyleyse?
 
Gölge her tarafı kapladığı için görünmez olan ışığı fark etmemizeyarayan bir vesile. Bir kıyas unsuru…

Biz gölge sayesinde ışığın varlığını anlıyoruz. İşte Yaratıcı ile varlıklar arasındaki ilişki de bu tarzdadır. Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata ettiğinden görülmez. Şiddet-i zuhurundan tesettür etmiştir ve mutlak varlık O’dur. Yaratıklar ise onun varlığını ortaya çıkaran kıyas unsurlarıdır. Kendilerine ait bir varlıkları yoktur.
 
Buraya kadar evet de bunun lemyelidvelemyuledile ne alakası var diyeceksiniz. Yukarıdaki örneği daha detaylandırıp yaratıkların Yaratıcı’ya kıyas unsuru olarak nasıl şahitlik ettiğini açıklamak gerekebilir fakat ben onu sizin fehminize bırakıp asıl konuyu vurgulamak için örneğe devam edeceğim.
 
Şimdi perdeye yine bakıyoruz ve perdede sırasıyla sarı, yeşil, kırmızı, siyah vs. eller görüyoruz. Şimdi size okullarda gördüğünüz fizik bilgisine dayanarak soruyorum: Perdede gördüğünüz sarı, yeşil,kırmızı, siyah nesneler ayrı birer varlıklar mıdır? Yani kendine ait bağımsız mevcudiyetleri olan şeyler midir?

Benim cevabım yine hayırdır. Çünkü ışığı ortadan kaldırdığında ne rengi görürüsünüz ne de eli. O halde o renkler neyin nesi derseniz ben de derim ki onlar ışıkta zaten var olan fakat gözükmeyen özelliklerdir.

Gördüğümüz kırmızı aslında diğer renklerin engellenmesiyle ortaya çıkan ışığa ait bir özelliktir. Işıktan ayrıca çıkan bir şey değil zaten var olan fakat ancak diğer renklerin perdelenmesiyle ortaya çıkan -gözüken- ışığın bir özelliğidir.
 
Şimdi bu iki örnek üzerinden ulaştığım neticeleri aktarmaya çalışayım. Eminim çoğunuz leb demeden leblebiyi anlamak misali ne diyeceğimi anladınız fakat ben yine meramımı açıklayayım. Önce sonuç cümlesini söyleyeceğim, sonra onu izah etmeye çalışacağım. Evet, gerek şeyler ve gerekseşeyler üzerinde gözüken özellikler kendilerine ait değildir. Ve onlar Yaratıcı’dan çıkıp gelen şeyler de değildir.

Mevcudiyetleriyle Yaratıcı’nın varlığına işaret etmelerinin yanında onlarda gözüken özellikler kendilerine ait olmadıkları gibi Yaratıcı’dan çıkıp gelen ve onlarda var olan şeyler de değildir. O şeyler aslında hakiki vücuda sahip değiller. Sadece Yaratıcı’nın varlığını gösteren ve O’nun daimi tecelli eden özelliklerini deşifre eden ademi-kedilerine ait bağımsız varlıkları olmayan- mevcutlardır. Sadece kıyas unsurudurlar. Yaratıcı’dan bağımsız birer vücut sahibi değillerdi. Ve Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata etmiştir. Ve ondan hiçbir özellik çıkıp bir yere gitmez ve bir şeye aktarılamaz.
 
Yaratıklar sadece Onun varlığını ve özelliklerini deşifre ederler. 
Tıpkı, örnekte olduğu gibi… Gölge, ışığın varlığını ve her yeri ihata ettiğini bize bildiren bir vesiledir. Bir kıyas unsurudur, izafi vücut sahibidir. Bizler de varlığa sahip olma açısından ademi mevcudiyetimizle Yaratıcı’nın mutlak ve hakiki vücuduna işaret edip varlığına şahitlik ediyoruz.

Ve yine örnekte olduğu gibi nasıl ki renk ışıktan çıkıp gelen bir şey değilse bizde gözüken özellikler de Yaratıcı’dan bize gelen özellikler değildir. Onlar Yaratıcı’da daimi ve sürekli var olan özelliğin deşifresinden ibarettir.        
   
Yeni bir örnek verecek olursak. Allah şafidir. Her an O’nun Şafi ismibizde tecelli etmektedir ve o özelliğin tecelli etmediği hiçbir an ve mekan yok. Biz hastalık sayesinde yani sıhhatin perdelenmesiyle O’nun farkına varıyoruz. Daimi şifaya mazhar olduğumuzu anlıyoruz.

Yani hastalık Şafi ismini görmemizi sağlıyor. Bir ilacı almak ve -genel söylemle-  şifa bulmak tabiri aslında yanlış anlaşılıyor. Allah ilaca şifa özelliğini veriyor da sonra ilaçtan bize şifa geliyor değil. İlaç bizde olan ve daimi tecelli eden şifayı görmeye yani Yaratıcı’nın Şafi ismini fark etmeye vesiledir. Tabela gibi, şehri gösteren bir işarettir şehirden bir parça değil.
 
İşte Yaratıcı’nın bütün özellikleri daimi surette bütün alemde tecelli eder. Onlar tabiri caizse her yerdedirler. Mutlak olduklarından eksilip çoğalmaz, bir yerden bir yere taşınmazlar. Allah ne geçici bir süre için nede anlık olarak o özellikleri birilerine (veya bir şeylere) verip almaz. Mesela ses yayını havada daimi vardır, bizler radyomuzun kanalını ayarlayarak o sese ulaşırız yoksa o ses bir yerden çıkıp bizin radyomuza gelmez. Esma eşyada gözükür yoksa eşyada bulunur değil.
 
İşte ‘lemyelidvelemyuled’ derken bir anlamda Yaratıcı’nın mutlaklığına vurgu yapıyoruz. Kendimizde vehmettiğimiz sahipliklerin mecazi olduğunu, o özelliklerin hakikatte O’na ait olduğunu ve ondan çıkıp gelmediğini, ezelde var olan özelliklerin bizim ancak varlığına muttali olabileceğimizi söylüyor.

Bu aynı zamanda Hz.İsa’ya yüklenen tüm ilahi vasıfların reddi anlamına geliyor. O Yaratı’cın özelliklerini güzel bir surette yansıtan bir aynadır. O özelliklerden hiç birine ne geçici bir süre için ne de anlık olarak sahipti. Sadece o aynadan bakınca o özellikler bize nazaran çok daha net gözüküyor o kadar.
 
Ya Ehad, ya Samed,lemyelidvelyuledvelemyekullehukufuvenehad!
Bizi şirkin ve masiyetin her türlüsünden temizleyip uzaklaştır. Masivanada sırt çevirip sadece Sana yönelen kullarından eyle.Amin!
K

27 Eylül 2012 Perşembe


            ÖLÜM NEDEN YARATILDI?
Yukarıdaki başğı tekrar okuyun ve üzerinde biraz düşünün. Kur’an, ölümden ‘yaratılmış bir mahlûk’ olarak bahseder. Sahi ölüm niçin yaratıldı? 
Şimdi bir de sadece ‘yaratıldı’ kelimesini okuyun ve birkaç defa manasını düşünerek tekrar edin. Bu kelime zihninizde neyi çağştırıyor? Ya da soruyu şöyle sorayım, ‘yaratıldı’ kelimesi zihninizde negatif bir çağşım oluşturuyor mu? İsterseniz yaratılmış olan şeyleri bir bir sayın. Ben düşündüm ve hatta saymaya çalıştım; zihnime negatif bir çağşım gelmedi. Nedense ‘yaratıldı’ deyince çiçekler, böcekler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, gökyüzünde ve yeryüzünde bulunan varlıklar ve göğün ve yerin kendisi aklıma gelir. Ve hepsi de müspet çağşımlardır yani varlık cinsinden şeylerdir. Yokluk, yaratılma ile birlikte anılmaz. Olmayan şeyin yaratılmışğından da bahsedilmez. Yatılmışlık bir şeyin yokluktan çıkarılıp vücut kazandırılması anlamına gelir. Yani sıfırdan bire, eksiden artıya ya da artıdan daha büyük bir artıya geçişi ifade eder.  
Peki, musibetler, hastalıklar, ölümler, zulümler, şerler birer yaratık değil mi, diye sorarsanız derim ki evet onlar yaratıktır ama onlara yüklenen negatif anlamlar yaratık değildir. Yani onların yaratılmasında negatiflik yok. Bizim onlara yüklediğimiz menfi anlamları, haricî bir varlıkları yoktur. Bize öyle gelmektedir. Fotoğrafın tümüne bakamamaktan kaynaklanan vehimlerdir onlar. Ana konu bu olmadığı için burada kısa kesip yine konuya döneceğim. Dileyen Bediuzzaman’ın eserlerine ve bilhassa Kader Risalesi’ne müracaat edebilir.
Evet, hastalık kula eziyet olsun diye verilmemiş. Daima şifa veren ve şafi olan Rabbimizi tanıyalım diye verilmiş. Musibetler lezzetlere kapı açsın diye yaratılmış. Cehennem de cenneti istetmek için yaratılmış. Mealen: “Allah bir kulunu sevindirmek isterse önce devesini kaybettirir, sonra buldurur.” hadisinin de rehberliğiyle elimizde olan, verilmiş olup da fark etmediğimiz nimetin farkına varalım ve vereni tanıyıp ona yönelelim diye verilmiştir musibetler. Elbette başka hikmetleri de var. Eşyanın zıddıyla tanınması, günahlara kefaret olması gibi.
Evet, elemin gidişi lezzeti doğurur, ıstırabın kalkması memnuniyete kapı açar, sıkıntının giderilmesi neşe verir ve insan ıstırabı nispetinde onun kalkmasından dolayı ferahlar, memnun olur. Bunlar bize ıstırabın, elemin, musibetin anlamını anlamamıza yardımcı unsurlar. Hatta diyebiliriz ki açlık ve susuzluk gibi fıtri hâller de bir nevi eziyettir ve nimetin farkındalığı için şarttır. Tüm bunlar menfiliklerin varlığının hikmetleri olup o menfilikleri müspete dönüştürürler.
İkinci bir husus Allah’ın esmasının mahlûkatı ve hâllerini gerektirmesi durumudur. Merhamet, muhtaçların varlığını gerektirir. Şafi ismi hastalıkları ister, cömertlik de ihsana muhtaç olanların varlığını gerektirir. İşte menfiliklerin yaratılışının bir hikmeti de bu. Açlık olmadan nimet fark edilmez, nimet fark edilmeden de Mün’im ve Rezzak olan Rab bilinmez.
Özetle musibetler ve menfilikler birer kamçıdır ve bizi Yaratıcı’nın rahmetine sevk eder. Bize O’nu bildirir, tanıttırır. Yaratıcı, ihsan etmekten ve merhametle mukabele etmekten kutsi bir telezzüz duyar ve kulların daimi olarak kendine yönelmesini ister. Yaratıcı’nın birçok hikmete binaen musibetleri yarattığını anlayabiliriz.
Peki ya ölüm?       
Tüm musibet kabilinden menfilikleri bize göre negatife dönüştüren hatta müspet olanları da daha beter menfiliklere dönüştüren ölüm niye var ve nasıl müspet bir yaratılış olarak takdim edilmekte? Ondaki negatifliği nasıl gidereceğiz? Yaratma fiili ile ölümü nasıl telif edip uyuşturacağız? Yan yana pek de hoş durmuyorlar gibi.
Şimdi hayatınızdan ölümü çıkarın ve farz edin ki ölüm öldürülmüş ya da hiç var olmamış olsun. Madem ölüm yaratıktır ve pozitif bir varlıktır, ölümün yokluğu hayatımıza nasıl bir eksiklik getirecek. Ölümün hayattan çıkması hayatımızdan neyi alıp götürecek. Eğer bunu anlayabilirsek ne kattığını da anlayabiliriz.
Hikmet açısından birçok şeyi sayabiliriz. Yaşlıların çektiği eziyetten tutun duygusal açıdan yaşayacağımız elemlere kadar birçok sebep sayabiliriz. Ama Yaratıcı’nın esmasına bakan yönüyle ne gibi bir eksiklik yaşarız sorusu en doğru yaklaşım olacaktır. Zira yaratılışın nihai gayesi Yaratıcı’ya bakar. Biz Yaratıcı’ya ihtiyacımız nispetinde; acımız, elemimiz nispetinde müracaat eder, O’na şükrederiz, yöneliriz. Ancak ebedî ve sonsuz bir yönelişin olabilmesi için ebedî ve sonsuz bir ıstırabın var olması gerekir.
Yaratıcı’nın bekası ve sonsuzluğu ancak ölümün eliyle bize sunulur. Zira ölüm bize ebedî yokluğu hatırlatır hatta hissettirir. Kendimizin ve sevdiklerimizin ebedî helakini ruhumuza fısıldar. Böylece daimî ve baki bir kaynağa bizi sevk eder. O’na karşı daimî ve sürekli yönelişin kapısını açar. Baki bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacımızı görmemizi sağlar ve bizi ebedî minnettar kalacağımız bir yola sürükler. Huzur-ı daiminin kapısını aralar. Her an kendimizin, sevdiklerimizin ve sahip olduklarımızın yitebiliyor oluşu onları bizim için sigortalayacak bir dayanağa bizi yöneltir ve daimî ona yakarışımızı temin eder.
Nasıl küçük bir baş ağrısı için Yaratıcı’ya pek yönelmeyiz fakat dehşetli hastalık karşısında O’na yönelişimiz şiddetlenerek artar. Musibetimizin şiddeti nispetinde yönelişimiz şiddetlenir ve artar. Eğer ölüm yoksa bu yöneliş daimî olmaz. Ölüm, özellikle zamanı belli olmayan ölüm, her an O’na ilticaya ihtiyaç hissettirir. Yaratıcı’yla her an beraber olma arzusu uyandırır, huzura davet eder. Bu da kulluğun ve yaratılışın nihai hedeflerinden biridir.
Evet, iyi ki ölüm var ve biz bekayı ve baki olanı onun sayesinde istiyor ve arzu ediyoruz. O yüzden ölümü sık sık zikretmeliyiz ta ki ebedî helaketten kurtulup baki olana kavuşalım.
Ölümle sonsuzun farkında oluyoruz ve baki lezzetin eşiğine çıkıyoruz. İnsandaki sonsuzu isteme arzusu ölümle ortaya çıkar ve bakiye yöneliş ölüm sayesinde olur. Cennetin ebedî lezzeti, ebedî yokluğu çağştıran ölümün elinde sunulur bize. Ölüm gelmeden ölümsüzlüğü koklarız. Ne hoş bir kokudur o ve ölümü anmak o hoş kokunun güzelliğini arttıran bir iksir olur. Dünyevi olanı açılaştırırken uhrevi ve baki olanı tatlılaştırır. İnsanı cesedin şehvetinden uzaklaştırırken ruhun ve kalbin arzusuna ulaştırır. O hâlde ölümü sevelim zira o tabaktan ebediyet meyvesini tadıyoruz. Baki olanın baki ayinesi oluyoruz.
Son sözümüz yine bir dua olsun:
Allah’ım! Ölümün hakikatini anlayıp zevk etmeden canımızı alma. Bizi, ölmeden önce -bütün sahiplik iddialarımızı terk ederek- ölen ve her şey ile Sana yönelen kullarından eyle. Senin baki esmana baki ayinedarlıkla bizi şereflendir.  Âmin!
Abdurreşid Şahin.

Subhanallah Derken Ne Kastediyoruz?

Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır;

Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir.

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.

Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız.

Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım.

Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhandır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifade için söylenir.) (bak: sübhan)

Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.

Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manası…


 Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.

Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allah gaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim?

Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.

Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise ;
Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.

Risale-i Nur'daki ifadesi ile:Dergah-ı İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i İlahiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkar-ı batılasından münezzeh ve mualla ve Kainatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Subhanallahile ilan etsin.

Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir.

Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor.

İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.

Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:

Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimiz kainatı (duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.) temsil etmekte.

Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kainatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.

Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kainata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir.

Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir.

Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.

Şimdi cam adına konuşan ikinci bir zişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.

Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi?

Evet. Mesela, “Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder.

Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.” diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.

Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.)

itikaden demese de “Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıylaşekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.

Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır.

Örneğimize dönecek olursak ekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkansızdır. Mesela ölümü alemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kainatın işleyişine müdahale edemeyiz.

Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek alemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidi anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz.

Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.

Amacım Üstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir.Biz Subhanallah derken klasik anlayışla “Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız.

Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğini aksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır.

Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet alemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz.

Yani biz “La ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o halde “la ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır.

Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz.

Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o halde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o halde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.

Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz.Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim.

Hadis şöyle:
Süfyan, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir:

Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah

(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:

- ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”

Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır?

Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkansızdır.

İkinci yaklaşım alem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.

Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız.

Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.” 

Bence, "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu olsa gerek.

Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Amin.



HANNAN VE MENNAN İSMİNİN KALBİMDEKİ ÇAĞRIŞIMLARI
“El-Aman el-Aman! 
 Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!
El-Aman el-Aman! YâHannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! 
Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.”   SAİD NURSİ
Üstad’ın Münacat adlı eserinde yer alan bu dualar üzerine tefekkür ederken “Beni günahlarımın hacaletinden kurtar.”, “Beni günahlarımın ağır yükünden halas eyle.”, “Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar.” ifadeleri ile Hannan ve Mennan isimleri arasında ne tür bir ilişki olabilir diye düşündüm. Bu ilişki üzerinde düşünürken hayalimde babamla yaşamış olduğum bir olay canlandı. Baktım orada yaşadığım olayın buradaki ifadeyi anlamaya vesile olan yönleri var. Hadise şöyleydi:
Köyümüz Karadeniz sahilinde küçük bir köy. Babam denize kendisinden yada annemden izin alarak girmemize izin vermiş fakat denizin içine doğru yayılan dev kayalıklara gitmemizi yasaklamıştı. Zira bizler çok küçüktük üstelik de henüz yüzme bilmiyorduk. Kayalar tehlikeliydi, kayıp denize düşebilir ve boğulabilirdik. Allah, dağı denizin içlerine doğru uzatırken bir yandanda dağın ortalarında kayalıkların içine doğru bir girinti yaratmıştı. Bu girinti sayesinde insanlar değişik yüksekliklerden denize atlayabiliyorlardı. Hatta aşağıdan yukarıya doğru sıralanıyorlar ve sırayla denize atlıyorlardı. Kayalığın en alçak kısmı bir metre, en yüksek kısmı 10-12 metre kadardı. Özellikle turistlerin geldiği zamanlarda insanlar denizde geçen kayıklara gösteri yaparlar, sırayla bu değişik yükseklikteki kayalardan atlarlardı. Dolaysıyla oraya gidip denize atlayanları seyretmek büyük bir zevkti. Ben oraya küçüklüğümde babamla birçok kez gitmiştim. Yine bir gün büyükler oraya atlamaya gitmişlerdi. Babam köyde yoktu, genelde şehirde çalıştığı için evde çok bulunmazdı. Canım oraya gitmeyi çok istiyordu. Gençlerin denize atlarken bağırışları uzaktan geliyordu. Orada olanları çok merak ediyordum. Sonunda oraya gitmeye karar verdim. Kayalığın denize uzanmış eğimli yerlerinden geçmem gerekiyordu. Özellikle bir bölge oldukça kaygan olabiliyordu. İşte tam oradan geçerken kaydım ve denize düştüm. İçimde yassak bir şey yapmanın korkusuyla birlikte kesin yakalanmış olduğum hissi birlikte depreşirken denizde depreşmek aklıma gelmedi. Mucizevî bir şekilde hiç kımıldamadım ve eğik kayada göğermiş olan yosunlara tutunarak oradan birilerinin geçmesini bekledim. Eğer panik yaparak çırpınsaydım büyük bir ihtimalle boğulmuş olacaktım. Zira o anda orada kimseler yoktu. İnsanların bulunduğu yer de kayaların arkasında olduğu için sesimi duymaları bir hayli zordu. Bana çok uzun gelen fakat tahminimce beş dakika kadar orada bekledim. Köyden bir genç oradan geçerken beni gördü ve elimden tutarak yukarı çekti. Hiçbir şey diyemeden oradan uzaklaştım.
Babamın olanları duymasından çok korkuyordum. Üzerim sırılsıklamdı. Bu hâlimle eve gidemezdim. Annen çok kızar ve hatta dövebilirdi. Babama söylerse daha beter olur diye düşündüm. Üzgün bir hâlde bulunduğum yerde uzandım. Uyumuştum, uyandığımda üzerim tamamıyla kurumuştu. Sevinçle sahile, oradan da köy meydanına doğru gittim. Biri babamın geldiğini söyledi. Ben o anda deldiğim yasağı hatırladım. Babamdan dayak yememiş olmama rağmen ondan çok korkuyordum. Üstelik onu çok seviyordum. Sevgisine ihanet etmekten çok korkuyordum. O an babama gözükmemeye karar verdim ve oradan uzaklaştım. Fakat nasıl olduysa o beni buldu ve yanına çağırdı. Onun olaydan haberdar olduğunu anladım. Yanına gittiğimde başımı okşadı, hâlimi hatırımı sordu.  İlçeden getirmiş olduğu çikolatayı bana verdi. O olayı hiç gündeme getirmedi. Sevinçten uçacak gibiydim. Sevincim elbette çikolata için değildi. Onun benim boyun eğip hacaletle itirafımı beklemeden beni affetmiş olması ve suçumu yüzüme vurmadan bana sevgi göstermesi, ona olan sevgimi kat kat daha arttırdı. İçim içime sığmıyordu, mutluluktan uçuyordum. Neredeyse o cömertliği görmek adına iyi ki o olay oldu diyesim geliyordu. İşte bu ve benzeri ihsanlar sayesinde babama çok hürmet ederdim. Annem bir yere gitmemi istediğinde giderdim ama ayak sürüyerek giderdim. İtiraz etmezdim ama pek istekli de olmazdım. Ama bana bir görev verse de yapsam diye babamın gözünün içine bakardım. Beni bir yere gönderdi mi uçarak giderdim.
Evet, ne zaman yukarıdaki münacatı okusam aklıma babamla yaşadığım bu olay gelir. Onun bana olan şefkatini ve cömertliğini düşünür, Hannan ve Mennan isimlerinin anlamını bir nebze olsun fehmederim. Rabbimin bizi mahcup etmeden günahlarımızı sayarak yada saydırarak yüz suyumuzu döktürtmeyeceğini ümit ederek bu isimleri zikrederim.
Ey Hannan ve Mennan olan Allah’ım! Bizim günahlarımızı yüzümüze vurmadan ve huzurunda mahcubiyet yaşatmadan hatta başkalarının mübaşeretinden gelen hacaletin zindanına düşürmeden temizle. Günahlarımızı yokmuş gibi say. Nefsimizin Senin gibi Kerim bir Rabb’e karşı gururundan bizi beri kıl ve Senin kerem ve lütfuna layık bir kullukla mukabele etmeyi bize nasip eyle.
Âmin.
Abdurreşid Şahin

21 Ağustos 2012 Salı


   ZITLAR NASIL CEM OLMUŞ

Mülk suresi kabir azabından kurtarıcı manasında el-Münciye diye adlandırılmıştır. Ayrıca İbn Abbas kendini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücadile diye isimlendirmiş. Bu surenin münciye yada mücadile olması tevhide ve yaratıcının mutlakıyetine yaptığı vurgudan ileri geliyor olsa gerektir. Özellikle ilk iki ayet tevhidi öyle güçlü bir surette ilan ediyor ki bu ayetlerin hakikatine muhatap olan bir akıl tüm şüphe ve vesveselerden kurtulabilir kanaatindeyim. Bu ayetler ciddi bir tefekkür vesilesiyle insanı cehennemden koruyacak yada sorgu meleklerine cevap teşkil edecek imana vesiledir diye düşünüyorum. Bu anlamda bu ayetlerin üzerinde tefekkürle kalbime ve aklıma ihsan edilen bazı manaları paylaşmak istiyorum. “O her şeye kadirdir”    ve  “mülkün sahibidir” ve      “bereket” kavramları üzerinde dururken. Razi’de bir tartışma dikkatimi çekti. Özetle “O her şeye kadirse” diye başlayan tartışmanın devamında: ‘şey’ kavramı üzerinde durulmakta ve ‘madum “şey” midir?’ diye sorulmakta. Kısaca var olanın yaratılması muhal ve var olanın “yok” edilmesi muhaldir. Zira yaratma müspet bir şeye bakar; yokluk ademdir ve menfidir. Nasıl vucudi bir fiil onunla ilişkilendirilebilir. Tarzında soruları Allah’ın her şeye kadir olması ekseninde tartışılmış. Dorusunu isterseniz yapılan açıklamaları ya anlamadım (muhtemelen öyle) yada izahlar yetersiz. Hangisi olursa olsun getirilen izahlar beni tatmin etmedi kalbimde bir yakin hâsıl olmadı. O zaman ben risale ekseninde bu sorunu nasıl anlarım diye düşünürken işte aşağıdaki hakikatler dünyama geldi. Biraz kısa ve mücmel oldu; inşallah daha detaylı çalışırım. Gelen hakikatler beni heyecanlandırdı ve itminan verdi. Belki size de faydası olur diye bu hali ile istifadenize sunuyorum.
Her şey aynı anda hem var hem de yok hükmündedir. Kudrete işaret etmesi açısından her şey mana-yı harfi ile mevcut; kendilerine bakan açıdan, mana-yı ismi ile madumdur. Kudretin her şeye kadir olması iki zıddı cem etmesi açısından mutlakıyetini ifade eder. Ancak iki zıddı bir arada tutan hem varı hem yoğu bir arada tutan mutlak kudret sahibi – ve huve ala külli şeyin kadir- olabilir. Bu surette tefsirlerde tartışılan “var olanın var” edilmesi ya da var olanın “yok” edilmesi tenakuzundan kurtulmuş olunur. Her şey mana-yı harfiyle mevcuttur ve ona işaret ettiği sürece var edilecektir,  yani tüm zamanlarda vardır. Mana-yı ismiyle de madumdur, hep ademde tutulacaktır ya da tutulmaktadır.  Her şeye kadir olmak bu manada ona bakan veçhesiyleher şeyi daim var kılar ve yine kendilerine bakan veçhesiyle daim yok eder ve bu iki zıttı bir arada kudretinde cem eder. Aynı anda vücuda ve ademe kadirdir. Bir şeye işaret edildiğinde kendi adına var olma açısından onu yok eder yaratıcısına bakan açıdan onu var kılmaya devam eder. Ve yine ona bakan veçhesiyle bir şey, her şey hükmündedir ve her şeye bedeldir. Varlık mutlakıyeti içinde barındırır ve bereket de bu anlamdadır. Ona bakan veçhesiyle orada gözüken her şey mutlak kudretin tezahürüdür, varlık sonsuzdur. Bu açıdan bakıldığında bütün zamanları ve mekânı bir şeyde cem etmiştir manasında kudretin mutlakıyetine işaret eder.
Mutlak kudret bütün mekânları bir mekâna sığdırır öyle mi? Evet bu anlamda küçüğü büyük, büyüğü küçük yapabilir. Ya da aynı anda bir şey hem büyük hem de küçük olabilir. İşte ancak her şeye kadir olan buna muktedir olabilir. Mesela bir hücre,kâinata göre küçükken içine girdiğiniz de sonsuz âlemle karşılaşırsınız ve bu âlemin sınırına ulaşamazsınız. Yani hücrenin dibi yoktur, büyüdükçe büyüyebilir. Kendi, içindeki sonsuz küçük zerreye göre sonsuz büyüktür. Dev galaksi adaları dünyaya göre oldukça büyük olabilir ama kozmosun içinde bir nokta da olabilir. Kâinat da hücreye göre hadsiz büyük, hücre kâinata göre hadsiz küçüktür, insan da öyle kendi içinde bir zerreye göre kâinat kadar büyük kâinata göre zerre kadar küçüktür. Büyüklük küçüklük izafidir. Bir şey aynı anda sınırsız büyüklüğe ve hadsiz küçüklüğe sahip oluyorsa bu mutlak kudretin bir tezahürüdür. Evet, ister bir dev galaksi isterseniz bir atom, nerede durursanız durun orada hem büyüksünüz hemde küçük. Bu anlamda çizgi film “Horton”u izleyebilirsiniz, oldukça ufuk açıcı. Büyüklük ve küçüklük durduğunuz yere göre değişiyor, izafileşiyor.Yani kudrete bakan veçhesiyle her şey her mertebede hem küçüktür hem büyük. İşte yine zıtların cemi. Mutlak kudretin tezahürü.
Aynı şekilde tıpkı rüya ile gerçek hayat arasında mukayesede olduğu gibi rüyada hadsiz an dünyada bir ana tekabül edebilir. Mesela insan rüya içinde rüyalar görüyor olsun. İlk rüyanızdaki bir an rüya içindeki rüyanızda, yani ikinci dereceden, sayısız anları içine alabilir. Üçüncü, dördüncü örneği çoğaltabiliriz. Hadiste “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” diyor. Yani bir anlamda rüya içinde rüya görüyoruz. Bir anda rüya vasıtasıyla çok anları görebildiğimiz gibi bir üst rüya boyutuna göre sayısız anlardan birini yaşıyor olabiliriz. Fakat ilginç olan bulunduğumuz an, bütün mertebelerin içindedir. Şu an, üst zaman “rüya” boyutunun içinde olduğu gibi bütün alt boyutlarda da vardır. Birinde bir an, birinde bin an, bir diğerinde sınırsız bir an olarak.
Yaşadığımız âlemde iç içe zaman boyutları olarak şöyle bir sıralama yapabiliriz: Rüyada çak sayıda anlar dünyada bir ana sığar. Berzahın bir anı dünyanın binler anını içine alabilir. Cennetin bir anı kendi alt boyutunda binler ve hatta sınırsız anları ve nihayette huzur-u İlahide Cemalullah müşahedesinde bir an alt boyutlarda sayısız anları içine alabilir. Miraca bir de bu açıdan bakmalı. Bu anlamda an dediğimiz şey de sonsuz küçük ve sonsuz büyük olabilir, içinde sonsuzluğu barındırır ve hem sonsuz kısa hem sonsuz uzun olabilir.  Yine zıtların cemi ve yine mutlak kudretin tezahürü.
 Aynı anda iki zıddın cemine bir örnek de insanın kendisidir. İnsan için sadece tek an vardır “şimdi”. Şimdiye malik olan bütün anlara ve mekânlara malik olabilir. İnsan şimdinin dışına çıkamaz, yaşadığı her an şimdinin içindedir. İsterse hayaliyle ya da diğer latifeleriyle geçmişe ya da geleceğe gitsin, her halükarda şimdiyi yaşar. Cesedi itibariyle bir anlık bir şimdi, hayvaniyeti, şehveti itibarıyla birkaç dakika genişliğinde şimdi, aklı itibariyle daha geniş bir şimdi, hayali itibariyle sınırları zorlayan bir şimdi, kalbi ve ruhu itibariyle sınırsız ve sonsuz bir “şimdi”yi yaşar. Yani “şimdi”nin içinde bütün zamanları ve mekânları cem eder.  Aslında şahs-ı manevi itibariyle –Mirac-ı Muhammedi misalinde olduğu gibi- tıpkı bütün zerrat-ı vücudunu cem ettiği gibi iman ve intisap ile bütün zamanlardaki ve mekânlardaki ehl-i tevhidi cem eder, külli bir şahs-ı manevi hükmüne geçer. Ve hatta tüm zerrat-ı kâinatla birlikte cem olur, tek başına âlemi içinde cem eder. Geçmiş, gelecek her şey onda cem olur. Cennet, cehennem, mülk ve melekût âlemleri onda dürülür.  İşte bir şeyde her şeyi yaratan ve her şeyi bir şey yapan mutlak kudretin tezahürüdür bu. Kudret mutlaksa her şeyi cem eder, bir şeyi her şey yapar, zıtları aynı şeyde cem eder. Âleme bir de bu gözle bakın, her şeye mutlak kudretin tezahürü olarak bakın, her şeyde kendinizi ve kendinizde her şeyi müşahede edin, bakalım o zaman âlem nasıl bereketlenir. Evet, mülk onundur, her şey onundur. Ve bir şeyi her şey yapan her şeyi bir şey kadar kolay yapan mülkün sahibi odur. O “külli şeyin kadirdir.” Bu bir tasavvur değil hakikattir, kudretin mutlakıyetinin zorunlu bir sonucudur. Aksi takdirde iman kemale ermez. Şirk pisliğinden azade olmuş olmaz.  Sözümü İmam Ali’nin sözünü beliğ bir surette şiirsel bir formda ifade eden Şeyh Galib’in sözü olsun:
“Hoşça bak zatıma ki zübde-i âlemsin sen. 
Merdum-idide-i ekvan olan bir âdemsin sen”
Abdurreşid Şahin