ADI ‘LÂŞEY’Dİ, yani ‘hiç’. Hayata gelişini kendisi belirlemediği gibi, adını da kendisi belirlememişti. Zaten insan neyi tam olarak belirleyebilirdi ki? Önüne çıkan iki yoldan birini seçerdi belki ama yolda nelerle karşılaşacağını, ruhunda, iç âleminde neler yaşayacağını nasıl bilebilirdi ki?
Daha çocuk denecek yaşlarda iken babasına sorardı, adım neden Lâşey diye. Babası zamanın birinde şeyhini dinlerken şeyhi doğrudan doğruya ona dönmüş ve “anladın mı ey oğul, ya lâşe olursun ya da lâşey olup her şeyi bulursun” demiş. Babası bu sözün kendisini çok etkilediğini ve doğan ilk çocuğuna Lâşey adını koymaya karar verdiğini söyler oğluna. Ve sözüne devam ederek şöyle izah eder gelişmeleri:
‘Lâşey’ bir makamdır, tarikatın da ötesinde bir makam. Yolculuğun belki de en son durağı. Kendimi o yolculuğa layık görmediğim için kendi adımı değiştiremedim ama yine de o isim ile alakam olsun diye çocuğuma ‘Lâşey’ adını koymak istedim. ‘Ebu Lâşey’ olmayı seçtim yani.
Çocuk, ‘Lâşey’ adının bu şekilde konmasıyla birlikte kaderinin de çizildiğini anlar gibiydi. Onun hayat yolculuğunu şeyhin dilinden dökülen bir kelime belirleyecekti belki de. Hiç olup her şeye ulaşmak; O’nu bulmak, O’nunla olmak, O’nda yok olmak. İşte hayatının gayesi buydu artık.
Daha çocuktu ama büyük bir hedefe kilitlemişti kendini ya da kader onu böyle bir yolculuğa sevk etmişti.
Lâşey makamını bilmek aynı zamanda lâşenin de anlamını bilmeyi gerektiriyor olmalıydı ki zaman zaman ona Lâşey yerine lâşe diyenler de oluyordu. Bir gün babasına dert yandı yine, bu kez lâşenin ne olduğunu sordu ona. Babası doğrudan cevap verdi. ‘Lâşe pislik demek oğlum, ölü hayvanın kokmuş cesedine derler. Sen kafana takma bunu, ‘demek Allah bana ne olup ne olmamam gerektiğini hatırlatıyor’ diye düşün. Onlar sana lâşe dediklerinde ne olmaman gerektiğini hatırlarsın, adını andıklarında da ne olman gerektiğini. Yol bazen engellerle doludur. Engellerin ne olduğunu bilmen yolun kolaylaşmasını sağlar. lâşeyi bil ki Lâşey’e daha kolay varabilesin.’
Babasının dedikleri aklına yatmıştı ve artık kafasına takmıyordu söylenenleri. Kendi kendine ‘Lâşey olup her şeyin sahibini bulmazsan lâşe olup cehenneme yem olursun’ diye hatırlatırdı sık sık.
Yine bir gün yolculuktan sordu babasına. Miracı sordu. Babası ‘asıl yolculuk kalbin Rabbine olan yolculuğudur oğul. Kalbini masivaya kabir yapıp, onu kendinde bulmandır. Biz tarikat ehliyiz ve bizim meşrebimizde bu yolculuk dört kelimeyle ifade edilir. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk. Ama hakikat ve şeriat ehli bunu başka türlü söyler”
“Ne söylerler baba?”
Mesela “Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz” derler.
“Ne fark var aralarında?
“Zahirde bir fark yok. Bir paranın iki yüzü gibidir bunlar. Biri velayet diğeri nübüvvet yolunu resmeder. Birinde aşk vardır. Aşk o yolun bineğidir. Diğerinde acz, fakr, şefkat ve tefekkür.
Çocuk babasına bu yolculuğa ne zaman çıkacağını sorar. Babası ‘daha zamanı var’ diye geçiştirir. Çocuksa ısrar eder. Yolculuk için hazır olduğunu söyler. Baba ise henüz hazır değildir. Çocuğundan uzaklaşmaya gönlü razı olmaz. Fakat çocuk da ısrarından vazgeçmez. Yemeden içmeden kesilir. Babasını her görüşte zaman gelmedi mi hala dercesine gözüne dokundurur bakışlarını. Artık babası da kaçıramaz ondan bakışlarını. Ve yapamayacağı bir şey olduğunu söyleyerek caydırmak ister onu. Daha erken diye düşünür.
Bir gün yine çocuğun sual eden gözleriyle karşılaşınca kabul etmekten başka çare bulamaz. Ona tarikatın hakikatini öğretmesi ve yolculuğunda mürşitlik yapması için çok güvendiği bir şeyhe gönderir. Ve ona: “bundan sonra senin baban ve velin o. O ne derse onu yapacaksın, sakın ona karşı gelmeyesin. O seni gideceğin yere kadar götürür. Eğer götüremezse, götürecek birini bulur. Şimdi söz ver bana, ne olursa olsun, onun sözünden çıkmayacaksın, tamam mı?”der.
Çocuk, evet manasında başını sallar ve babasının elini öper. Babası çocuğu bir kervana katarak, şeyhin bulunduğu şehre yollar. Şeyhe ulaşan çocuk, babasının mektubunu ve selamını ona iletir. Şeyh daha görür görmez kalbi ısınır küçük dervişe. Ondaki azmi, gayreti ve edebi gözlerinden okur. Emanete ehil biri olduğunu anlar. Bir müddet dergâhta nefsini terbiye edecek işlerle meşgul eder. Onun hiç bir şeyden yılmayan halini görünce karar verir, onu uzun bir yolculuğa göndermeye.
İlk imtihanı dünya ile olacaktır. Bağdat’a gönderir onu. Kendi müritlerinden olan zengin bir tüccara emanet eder. Ona ticaret yapmasını ve gerekirse evlenip hayat kurmasını önerir. “Ne zaman seni çağırırsam her şeyi bırakıp, hiç bir şey yapmadan derhal bana geleceksin” der.
Genç derviş bu sözden imtihan için gönderildiğini anlar ve memnun olur. Bağdat’a ulaşan genç kısa bir zamanda kendisinin de anlayamayacağı bir şekilde zengin olur. Bir müddet sonra şehirde bir dilbere aşık olur. Aşkı öylesine kalbinde yer eder ki başka bir şey yapamaz olur. Dilber tüccarın kızıdır. Sonunda dayanamaz tüccardan kızını ister. Tüccar tüm varlığını kızına vermek ve bir müddet yanında karın tokluğuna çalışmak şartıyla kabul eder. Derviş pek düşünmeye gerek duymadan tüccarın teklifini kabul eder, zira aşkından başka bir şey düşünemez olmuştur. Malını tüccara teslim eder ve yanında yok bahasına çalışır.
Tüccar, dervişin bu fedakârlığı karşısında sözünde durur. Ve nikahlar kızıyla genç dervişi. Üstelik mirasına da ortak eder.
Daha henüz kız eve yeni gelmiştir ki dervişin kapısını biri çalar. Derviş, hanımının peçesini henüz açmamıştır bile. Kapıyı açar, karşısında bir ulak, elinde de bir mektup. Mektubun kimden olduğunu hemen anlar. İçinde de ne yazıldığını tahmin eder. Bir an tereddüt eder, o geceyi orda geçirip öyle gitmek ister. Fakat bunun da sınavın bir parçası olduğunu hisseder. Asıl hedefine ulaşmada ayağına takılacak bir engelin olmasını istemez. Nefsi bir hayli zorlar onu. Belki saatlerce bir şey yapmadan bekler öylece. Kalbi kuralı bozmaya yanaşmaz. Hiç bir şey söylemeden dışarı çıkar. Serin rüzgârla taşınan toprak kokusunu ciğerlerine çeker. Son bir kez evine ve bahçesine bakar. Toprak nice güzellikler yetiştirmiştir. Ve üzerinde nice binalar biçilmiştir (dikilmiştir). Hepsi sonunda yine ona dönerler. Bizler ondan geldik ve ona döneceğiz der ve yola koyulur.
Kapalı zarfı şeyhe ulaştırır. Şeyh emrin derhal yerine getirildiğini anlar ve takdir eder onu. İlk sınavı başarıyla geçmiştir. Bir müddet yanında tutar onu, sonra tekrar yola koyulmasını söyler.
Çok uzak bir ülkenin ücra bir şehrine gönderir onu. Halkın irşadıyla vazifelendirir. Derviş yola koyulur ve uzun bir seferden sonra menzile ulaşır. Çok kısa bir sürede herkesin gönlünde taht kurar. Nice müritlere ulaşır. Etrafında nice insanlar pervane olur. Çok tanınan, ilmi âleme yayılan bir allame olur. Fakirlerin dostu, yetimlerin koruyucusu, ilim meclislerinin gülü olur. Sonunda büyük bir medrese inşa eder. Böylece oraya dünyanın dört bir yanından ihlâslı ve zeki talebeleri celbetmeyi hedefler. Tam medresesin inşaatı bitmiştir. Herkes medresenin açılış duasını yapması için onu bekler. Yüzlerce âlim ve binlerce talebe hayranlık içinde onu seyreder. Derken bir ulak belirir yanı başında ve eline bir zarf tutuşturur. Derviş mektubun kimden geldiğini bilir.
Daha yolun henüz başındadır ve yapacak çok şeyi vardır. Üstelik yaptığı iş de ahiret işidir ve Allahın rızası gözetilmektedir. Zihninde bu ve benzeri düşüncelerle gelgitler yaşarken bir an sözünü hatırlar ve bunun da bir sınav olduğunu fark eder. Kararını verir ve derhal yola koyulur.
Üçüncü yolculuk ise yalnız başına çekileceği bir mağaradır. Şeyhi onu riyazet için yollar. Uzun bir riyazet, tezekkür ve tefekkürden sonra, dervişin gönlü açılır. Görülmedik haller yaşar. Adeta gayb perdesi açılmıştır ona. Daha önce hiç tanımadığı âlemlerde dolaşır. Yaşayan ve ahirete göçmüş velilerle tanışır. Peygamberlere talebe olur. Onların ilminden feyiz alır.
Yakaza halinde Rasulullahla (a.s) görüşür. Ondan ders alır. Her an Allah’la olmanın hazzına varır. Hiç ayrılmak istemez oradan. Bir ömür boyu hatta sonsuza dek orada kalmak ister. Geceleri namaz kılar, gündüzleri âlemi tefekküre dalar. Âlemde bir o vardır, bir de onunla mevcudat vasıtasıyla konuşan Rabbi. Derken tekrar bir ulak gelir ve yine dönüş vardır. Bu sefer uzun süre düşünür. Hayatının en zor kararıyla yüzleşir. Fakat yapacak bir şey yoktur. Verdiği sözü tutmalıdır. Zira söz namustur. Namus gitti mi her şey gider.
Hemen yola koyulur. Şeyh onun simasını gördüğünde gözlerinde kendisini fersah fersah geçtiğini anlar. Artık ona ihtiyacı yoktur. Son bir vazife daha verir ona. Derki “bu şehirde büyükçe bir evde bir kadın yaşar. Git o kadını ziyaret et. Ondan alacaklarını al ve geri dön. Gece yarısı yola koyulur derviş. Eve vardığında kapının açık olduğunu görür. Açık kapıdan içeri dalar.
Ev saray gibi çok büyüktür. Onlarca odası vardır. Ve odalardan kahkahalar, eğlence sesleri yayılmaktadır. Kızlı erkekli gruplar içki içip meşk etmektedir. Kapının açık olmasından anlar ki açık kapılardan gitmesi gerekir. Doğruca yukarıya çıkar. En üst katta sadece bir kapı açıktır ve o kapıdan içeri girer. İçerde üzeri ziynetlerle dolu orta yaşlı bir kadınla karsılaşır. Anlaşılan malikânenin sahibidir o kadın. Gelenin kim olduğundan haberdardır ve buyur eder yanına. Yakınında bir sedire oturtur. “Demek sensin hakikat yolcusu. Ya da son kurban”
Bir müddet karşılıklı bakışırlar. Kadın içeriye gider ve elinde kadehle geri döner. Kadehi ona uzatır ve içini şarapla doldurmaya kalkışır. Derviş şarabı tutar. Ve masaya koyar. Kadın “yolun sonuna geldin, kadehi doldur iç ve nihayete eriş. Madem hiç bir şeysin hiç bir itikada sahip olmamalısın. Hiç bir şey olanın hiç bir itikadı olmaz. Tüm inançlardan sıyrılmadıkça Ona tam olarak ulaşamazsın. Her şeyden sıyrıl ki Onu her şeyi ile bulasın.”
Genç derviş maksadının emre karşı gelmek olmadığını sadece emrin doğru yoldan gelip gelmediğini anlamaya çalıştığını söyler. Cebinden küçük bir bıçak çıkarıp parmağını keser, oluk gibi akan kanı kadehe doldurur. Ve kadına uzatır. Kadın tiksintiyle dervişe bakar. “Bunu içmemi mi istiyorsun yani?” diye sorar. Ve kadehi iter.
Derviş “sen benden ahiretimi ve dinimi terk etmemi istiyorsun. Bense senden dünyandan küçük bir lezzeti terk etmeni. Sen dünyanın küçücük lezzetini terk etmeye yanaşmazken benim dinimi terk etmemi nasıl beklersin?” der ve şarabı içi kan dolu kadehin üstüne ekler. Kadehi alır, tam ağzına götürecektir ki kadın elini tutar.
“Asıl mesele terki terk etmektir. Terki terk etmedikçe yol tamam olmaz. Bazılarının kalbi buzdan bir kadeh gibidir. O kadehe yoğunlaşır ve kadehin azametine hayran olur. Çünkü kadeh de sudan gelmiştir. Kadehin içine suyu doldurdu mu bütün deryayı yuttum zanneder. İçindeki suyu da buz yapar. Tüm varlığıyla su olduğunu zanneder. Dili ‘Rabbim cübbemin içindedir’ dedirtir. Ama bazı kalpler de vardır ki, resullerin ve kâmil insanların kalbi gibi, onlar kadehe bakmaz, deryaya nazar ederler. Deryanın sonsuzluğu karşısında kadehin küçüklüğünü fark ederler. Kadehin de Ondan olduğunu bilip, fırlatırlar onu deryanın içine. Derya da yok olur, derya olurlar.” der ve kadın dervişin elindeki kadehi ağzına götürür ve içer. İçindekini bitirir bitirmez, yere yığılır. ‘Allah’ der ve canını teslim eder.
Genç Derviş, hemen şeyhinin dergâhına doğru yol alır, dergâha vardığında bir hüzün havası hisseder. Koşarak şeyhin kapısına varır. Kapı açıktır. Ve şeyh cansız bedeniyle yatağında yatmaktadır. Gözleri açıktır hala. Sanki hiç ölmemiş gibidir. Zaten öyle değil midir ki? Allah’ın dostları ölümle gerçek hayata başlarlar.
Şeyhin yanında bir zarf gözlerine ilişir. Zarfı açar ve okumaya başlar.
“Ey oğul! Ben görevimi tamamladım. Gözüm arkada kalmayacak inşallah. Sen gerçek mürşidi buldun. Tarikatın sonuna ulaştın. Fakat sanma ki yolun sonundasın. Tarikat yolun başıdır. Şeriat asıl olandır. Zira hakiki şeriat tarikatın da marifetin de hakikatin de ta kendisidir. Resulullah (s.a) yolun en zirvesinde, ondan ötesi olmayan yerdeyken gerisin geri ümmetin yanına döndü. Onun kalbindeki şefkat, aşkına galip oldu. Aslında yolun sonu yoktur oğul. Sonu olan yol, yol değildir zaten. O’nun sonu olmadığı gibi O’na giden yolların da sonu olmaz. Onda kaybolan yoldan da kaybolur. Her yer O’na yol olur. Her yolda da O’nu bulur. Lâşey olan her şeyde O’nu bulur. O’ndan olur, O’nunla olur. Vesselam”
Şeyh-i LÂŞEY
Abdürreşid Şahin