27 Eylül 2012 Perşembe


            ÖLÜM NEDEN YARATILDI?
Yukarıdaki başğı tekrar okuyun ve üzerinde biraz düşünün. Kur’an, ölümden ‘yaratılmış bir mahlûk’ olarak bahseder. Sahi ölüm niçin yaratıldı? 
Şimdi bir de sadece ‘yaratıldı’ kelimesini okuyun ve birkaç defa manasını düşünerek tekrar edin. Bu kelime zihninizde neyi çağştırıyor? Ya da soruyu şöyle sorayım, ‘yaratıldı’ kelimesi zihninizde negatif bir çağşım oluşturuyor mu? İsterseniz yaratılmış olan şeyleri bir bir sayın. Ben düşündüm ve hatta saymaya çalıştım; zihnime negatif bir çağşım gelmedi. Nedense ‘yaratıldı’ deyince çiçekler, böcekler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, gökyüzünde ve yeryüzünde bulunan varlıklar ve göğün ve yerin kendisi aklıma gelir. Ve hepsi de müspet çağşımlardır yani varlık cinsinden şeylerdir. Yokluk, yaratılma ile birlikte anılmaz. Olmayan şeyin yaratılmışğından da bahsedilmez. Yatılmışlık bir şeyin yokluktan çıkarılıp vücut kazandırılması anlamına gelir. Yani sıfırdan bire, eksiden artıya ya da artıdan daha büyük bir artıya geçişi ifade eder.  
Peki, musibetler, hastalıklar, ölümler, zulümler, şerler birer yaratık değil mi, diye sorarsanız derim ki evet onlar yaratıktır ama onlara yüklenen negatif anlamlar yaratık değildir. Yani onların yaratılmasında negatiflik yok. Bizim onlara yüklediğimiz menfi anlamları, haricî bir varlıkları yoktur. Bize öyle gelmektedir. Fotoğrafın tümüne bakamamaktan kaynaklanan vehimlerdir onlar. Ana konu bu olmadığı için burada kısa kesip yine konuya döneceğim. Dileyen Bediuzzaman’ın eserlerine ve bilhassa Kader Risalesi’ne müracaat edebilir.
Evet, hastalık kula eziyet olsun diye verilmemiş. Daima şifa veren ve şafi olan Rabbimizi tanıyalım diye verilmiş. Musibetler lezzetlere kapı açsın diye yaratılmış. Cehennem de cenneti istetmek için yaratılmış. Mealen: “Allah bir kulunu sevindirmek isterse önce devesini kaybettirir, sonra buldurur.” hadisinin de rehberliğiyle elimizde olan, verilmiş olup da fark etmediğimiz nimetin farkına varalım ve vereni tanıyıp ona yönelelim diye verilmiştir musibetler. Elbette başka hikmetleri de var. Eşyanın zıddıyla tanınması, günahlara kefaret olması gibi.
Evet, elemin gidişi lezzeti doğurur, ıstırabın kalkması memnuniyete kapı açar, sıkıntının giderilmesi neşe verir ve insan ıstırabı nispetinde onun kalkmasından dolayı ferahlar, memnun olur. Bunlar bize ıstırabın, elemin, musibetin anlamını anlamamıza yardımcı unsurlar. Hatta diyebiliriz ki açlık ve susuzluk gibi fıtri hâller de bir nevi eziyettir ve nimetin farkındalığı için şarttır. Tüm bunlar menfiliklerin varlığının hikmetleri olup o menfilikleri müspete dönüştürürler.
İkinci bir husus Allah’ın esmasının mahlûkatı ve hâllerini gerektirmesi durumudur. Merhamet, muhtaçların varlığını gerektirir. Şafi ismi hastalıkları ister, cömertlik de ihsana muhtaç olanların varlığını gerektirir. İşte menfiliklerin yaratılışının bir hikmeti de bu. Açlık olmadan nimet fark edilmez, nimet fark edilmeden de Mün’im ve Rezzak olan Rab bilinmez.
Özetle musibetler ve menfilikler birer kamçıdır ve bizi Yaratıcı’nın rahmetine sevk eder. Bize O’nu bildirir, tanıttırır. Yaratıcı, ihsan etmekten ve merhametle mukabele etmekten kutsi bir telezzüz duyar ve kulların daimi olarak kendine yönelmesini ister. Yaratıcı’nın birçok hikmete binaen musibetleri yarattığını anlayabiliriz.
Peki ya ölüm?       
Tüm musibet kabilinden menfilikleri bize göre negatife dönüştüren hatta müspet olanları da daha beter menfiliklere dönüştüren ölüm niye var ve nasıl müspet bir yaratılış olarak takdim edilmekte? Ondaki negatifliği nasıl gidereceğiz? Yaratma fiili ile ölümü nasıl telif edip uyuşturacağız? Yan yana pek de hoş durmuyorlar gibi.
Şimdi hayatınızdan ölümü çıkarın ve farz edin ki ölüm öldürülmüş ya da hiç var olmamış olsun. Madem ölüm yaratıktır ve pozitif bir varlıktır, ölümün yokluğu hayatımıza nasıl bir eksiklik getirecek. Ölümün hayattan çıkması hayatımızdan neyi alıp götürecek. Eğer bunu anlayabilirsek ne kattığını da anlayabiliriz.
Hikmet açısından birçok şeyi sayabiliriz. Yaşlıların çektiği eziyetten tutun duygusal açıdan yaşayacağımız elemlere kadar birçok sebep sayabiliriz. Ama Yaratıcı’nın esmasına bakan yönüyle ne gibi bir eksiklik yaşarız sorusu en doğru yaklaşım olacaktır. Zira yaratılışın nihai gayesi Yaratıcı’ya bakar. Biz Yaratıcı’ya ihtiyacımız nispetinde; acımız, elemimiz nispetinde müracaat eder, O’na şükrederiz, yöneliriz. Ancak ebedî ve sonsuz bir yönelişin olabilmesi için ebedî ve sonsuz bir ıstırabın var olması gerekir.
Yaratıcı’nın bekası ve sonsuzluğu ancak ölümün eliyle bize sunulur. Zira ölüm bize ebedî yokluğu hatırlatır hatta hissettirir. Kendimizin ve sevdiklerimizin ebedî helakini ruhumuza fısıldar. Böylece daimî ve baki bir kaynağa bizi sevk eder. O’na karşı daimî ve sürekli yönelişin kapısını açar. Baki bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacımızı görmemizi sağlar ve bizi ebedî minnettar kalacağımız bir yola sürükler. Huzur-ı daiminin kapısını aralar. Her an kendimizin, sevdiklerimizin ve sahip olduklarımızın yitebiliyor oluşu onları bizim için sigortalayacak bir dayanağa bizi yöneltir ve daimî ona yakarışımızı temin eder.
Nasıl küçük bir baş ağrısı için Yaratıcı’ya pek yönelmeyiz fakat dehşetli hastalık karşısında O’na yönelişimiz şiddetlenerek artar. Musibetimizin şiddeti nispetinde yönelişimiz şiddetlenir ve artar. Eğer ölüm yoksa bu yöneliş daimî olmaz. Ölüm, özellikle zamanı belli olmayan ölüm, her an O’na ilticaya ihtiyaç hissettirir. Yaratıcı’yla her an beraber olma arzusu uyandırır, huzura davet eder. Bu da kulluğun ve yaratılışın nihai hedeflerinden biridir.
Evet, iyi ki ölüm var ve biz bekayı ve baki olanı onun sayesinde istiyor ve arzu ediyoruz. O yüzden ölümü sık sık zikretmeliyiz ta ki ebedî helaketten kurtulup baki olana kavuşalım.
Ölümle sonsuzun farkında oluyoruz ve baki lezzetin eşiğine çıkıyoruz. İnsandaki sonsuzu isteme arzusu ölümle ortaya çıkar ve bakiye yöneliş ölüm sayesinde olur. Cennetin ebedî lezzeti, ebedî yokluğu çağştıran ölümün elinde sunulur bize. Ölüm gelmeden ölümsüzlüğü koklarız. Ne hoş bir kokudur o ve ölümü anmak o hoş kokunun güzelliğini arttıran bir iksir olur. Dünyevi olanı açılaştırırken uhrevi ve baki olanı tatlılaştırır. İnsanı cesedin şehvetinden uzaklaştırırken ruhun ve kalbin arzusuna ulaştırır. O hâlde ölümü sevelim zira o tabaktan ebediyet meyvesini tadıyoruz. Baki olanın baki ayinesi oluyoruz.
Son sözümüz yine bir dua olsun:
Allah’ım! Ölümün hakikatini anlayıp zevk etmeden canımızı alma. Bizi, ölmeden önce -bütün sahiplik iddialarımızı terk ederek- ölen ve her şey ile Sana yönelen kullarından eyle. Senin baki esmana baki ayinedarlıkla bizi şereflendir.  Âmin!
Abdurreşid Şahin.

Subhanallah Derken Ne Kastediyoruz?

Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır;

Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir.

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.

Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız.

Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım.

Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhandır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifade için söylenir.) (bak: sübhan)

Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.

Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manası…


 Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.

Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allah gaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim?

Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.

Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise ;
Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.

Risale-i Nur'daki ifadesi ile:Dergah-ı İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i İlahiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkar-ı batılasından münezzeh ve mualla ve Kainatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Subhanallahile ilan etsin.

Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir.

Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor.

İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.

Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:

Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimiz kainatı (duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.) temsil etmekte.

Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kainatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.

Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kainata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir.

Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir.

Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.

Şimdi cam adına konuşan ikinci bir zişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.

Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi?

Evet. Mesela, “Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder.

Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.” diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.

Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.)

itikaden demese de “Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıylaşekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.

Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır.

Örneğimize dönecek olursak ekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkansızdır. Mesela ölümü alemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kainatın işleyişine müdahale edemeyiz.

Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek alemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidi anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz.

Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.

Amacım Üstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir.Biz Subhanallah derken klasik anlayışla “Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız.

Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğini aksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır.

Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet alemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz.

Yani biz “La ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o halde “la ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır.

Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz.

Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o halde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o halde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.

Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz.Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim.

Hadis şöyle:
Süfyan, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir:

Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah

(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:

- ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”

Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır?

Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkansızdır.

İkinci yaklaşım alem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.

Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız.

Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.” 

Bence, "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu olsa gerek.

Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Amin.



HANNAN VE MENNAN İSMİNİN KALBİMDEKİ ÇAĞRIŞIMLARI
“El-Aman el-Aman! 
 Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!
El-Aman el-Aman! YâHannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! 
Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.”   SAİD NURSİ
Üstad’ın Münacat adlı eserinde yer alan bu dualar üzerine tefekkür ederken “Beni günahlarımın hacaletinden kurtar.”, “Beni günahlarımın ağır yükünden halas eyle.”, “Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar.” ifadeleri ile Hannan ve Mennan isimleri arasında ne tür bir ilişki olabilir diye düşündüm. Bu ilişki üzerinde düşünürken hayalimde babamla yaşamış olduğum bir olay canlandı. Baktım orada yaşadığım olayın buradaki ifadeyi anlamaya vesile olan yönleri var. Hadise şöyleydi:
Köyümüz Karadeniz sahilinde küçük bir köy. Babam denize kendisinden yada annemden izin alarak girmemize izin vermiş fakat denizin içine doğru yayılan dev kayalıklara gitmemizi yasaklamıştı. Zira bizler çok küçüktük üstelik de henüz yüzme bilmiyorduk. Kayalar tehlikeliydi, kayıp denize düşebilir ve boğulabilirdik. Allah, dağı denizin içlerine doğru uzatırken bir yandanda dağın ortalarında kayalıkların içine doğru bir girinti yaratmıştı. Bu girinti sayesinde insanlar değişik yüksekliklerden denize atlayabiliyorlardı. Hatta aşağıdan yukarıya doğru sıralanıyorlar ve sırayla denize atlıyorlardı. Kayalığın en alçak kısmı bir metre, en yüksek kısmı 10-12 metre kadardı. Özellikle turistlerin geldiği zamanlarda insanlar denizde geçen kayıklara gösteri yaparlar, sırayla bu değişik yükseklikteki kayalardan atlarlardı. Dolaysıyla oraya gidip denize atlayanları seyretmek büyük bir zevkti. Ben oraya küçüklüğümde babamla birçok kez gitmiştim. Yine bir gün büyükler oraya atlamaya gitmişlerdi. Babam köyde yoktu, genelde şehirde çalıştığı için evde çok bulunmazdı. Canım oraya gitmeyi çok istiyordu. Gençlerin denize atlarken bağırışları uzaktan geliyordu. Orada olanları çok merak ediyordum. Sonunda oraya gitmeye karar verdim. Kayalığın denize uzanmış eğimli yerlerinden geçmem gerekiyordu. Özellikle bir bölge oldukça kaygan olabiliyordu. İşte tam oradan geçerken kaydım ve denize düştüm. İçimde yassak bir şey yapmanın korkusuyla birlikte kesin yakalanmış olduğum hissi birlikte depreşirken denizde depreşmek aklıma gelmedi. Mucizevî bir şekilde hiç kımıldamadım ve eğik kayada göğermiş olan yosunlara tutunarak oradan birilerinin geçmesini bekledim. Eğer panik yaparak çırpınsaydım büyük bir ihtimalle boğulmuş olacaktım. Zira o anda orada kimseler yoktu. İnsanların bulunduğu yer de kayaların arkasında olduğu için sesimi duymaları bir hayli zordu. Bana çok uzun gelen fakat tahminimce beş dakika kadar orada bekledim. Köyden bir genç oradan geçerken beni gördü ve elimden tutarak yukarı çekti. Hiçbir şey diyemeden oradan uzaklaştım.
Babamın olanları duymasından çok korkuyordum. Üzerim sırılsıklamdı. Bu hâlimle eve gidemezdim. Annen çok kızar ve hatta dövebilirdi. Babama söylerse daha beter olur diye düşündüm. Üzgün bir hâlde bulunduğum yerde uzandım. Uyumuştum, uyandığımda üzerim tamamıyla kurumuştu. Sevinçle sahile, oradan da köy meydanına doğru gittim. Biri babamın geldiğini söyledi. Ben o anda deldiğim yasağı hatırladım. Babamdan dayak yememiş olmama rağmen ondan çok korkuyordum. Üstelik onu çok seviyordum. Sevgisine ihanet etmekten çok korkuyordum. O an babama gözükmemeye karar verdim ve oradan uzaklaştım. Fakat nasıl olduysa o beni buldu ve yanına çağırdı. Onun olaydan haberdar olduğunu anladım. Yanına gittiğimde başımı okşadı, hâlimi hatırımı sordu.  İlçeden getirmiş olduğu çikolatayı bana verdi. O olayı hiç gündeme getirmedi. Sevinçten uçacak gibiydim. Sevincim elbette çikolata için değildi. Onun benim boyun eğip hacaletle itirafımı beklemeden beni affetmiş olması ve suçumu yüzüme vurmadan bana sevgi göstermesi, ona olan sevgimi kat kat daha arttırdı. İçim içime sığmıyordu, mutluluktan uçuyordum. Neredeyse o cömertliği görmek adına iyi ki o olay oldu diyesim geliyordu. İşte bu ve benzeri ihsanlar sayesinde babama çok hürmet ederdim. Annem bir yere gitmemi istediğinde giderdim ama ayak sürüyerek giderdim. İtiraz etmezdim ama pek istekli de olmazdım. Ama bana bir görev verse de yapsam diye babamın gözünün içine bakardım. Beni bir yere gönderdi mi uçarak giderdim.
Evet, ne zaman yukarıdaki münacatı okusam aklıma babamla yaşadığım bu olay gelir. Onun bana olan şefkatini ve cömertliğini düşünür, Hannan ve Mennan isimlerinin anlamını bir nebze olsun fehmederim. Rabbimin bizi mahcup etmeden günahlarımızı sayarak yada saydırarak yüz suyumuzu döktürtmeyeceğini ümit ederek bu isimleri zikrederim.
Ey Hannan ve Mennan olan Allah’ım! Bizim günahlarımızı yüzümüze vurmadan ve huzurunda mahcubiyet yaşatmadan hatta başkalarının mübaşeretinden gelen hacaletin zindanına düşürmeden temizle. Günahlarımızı yokmuş gibi say. Nefsimizin Senin gibi Kerim bir Rabb’e karşı gururundan bizi beri kıl ve Senin kerem ve lütfuna layık bir kullukla mukabele etmeyi bize nasip eyle.
Âmin.
Abdurreşid Şahin