21 Ağustos 2012 Salı


   ZITLAR NASIL CEM OLMUŞ

Mülk suresi kabir azabından kurtarıcı manasında el-Münciye diye adlandırılmıştır. Ayrıca İbn Abbas kendini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücadile diye isimlendirmiş. Bu surenin münciye yada mücadile olması tevhide ve yaratıcının mutlakıyetine yaptığı vurgudan ileri geliyor olsa gerektir. Özellikle ilk iki ayet tevhidi öyle güçlü bir surette ilan ediyor ki bu ayetlerin hakikatine muhatap olan bir akıl tüm şüphe ve vesveselerden kurtulabilir kanaatindeyim. Bu ayetler ciddi bir tefekkür vesilesiyle insanı cehennemden koruyacak yada sorgu meleklerine cevap teşkil edecek imana vesiledir diye düşünüyorum. Bu anlamda bu ayetlerin üzerinde tefekkürle kalbime ve aklıma ihsan edilen bazı manaları paylaşmak istiyorum. “O her şeye kadirdir”    ve  “mülkün sahibidir” ve      “bereket” kavramları üzerinde dururken. Razi’de bir tartışma dikkatimi çekti. Özetle “O her şeye kadirse” diye başlayan tartışmanın devamında: ‘şey’ kavramı üzerinde durulmakta ve ‘madum “şey” midir?’ diye sorulmakta. Kısaca var olanın yaratılması muhal ve var olanın “yok” edilmesi muhaldir. Zira yaratma müspet bir şeye bakar; yokluk ademdir ve menfidir. Nasıl vucudi bir fiil onunla ilişkilendirilebilir. Tarzında soruları Allah’ın her şeye kadir olması ekseninde tartışılmış. Dorusunu isterseniz yapılan açıklamaları ya anlamadım (muhtemelen öyle) yada izahlar yetersiz. Hangisi olursa olsun getirilen izahlar beni tatmin etmedi kalbimde bir yakin hâsıl olmadı. O zaman ben risale ekseninde bu sorunu nasıl anlarım diye düşünürken işte aşağıdaki hakikatler dünyama geldi. Biraz kısa ve mücmel oldu; inşallah daha detaylı çalışırım. Gelen hakikatler beni heyecanlandırdı ve itminan verdi. Belki size de faydası olur diye bu hali ile istifadenize sunuyorum.
Her şey aynı anda hem var hem de yok hükmündedir. Kudrete işaret etmesi açısından her şey mana-yı harfi ile mevcut; kendilerine bakan açıdan, mana-yı ismi ile madumdur. Kudretin her şeye kadir olması iki zıddı cem etmesi açısından mutlakıyetini ifade eder. Ancak iki zıddı bir arada tutan hem varı hem yoğu bir arada tutan mutlak kudret sahibi – ve huve ala külli şeyin kadir- olabilir. Bu surette tefsirlerde tartışılan “var olanın var” edilmesi ya da var olanın “yok” edilmesi tenakuzundan kurtulmuş olunur. Her şey mana-yı harfiyle mevcuttur ve ona işaret ettiği sürece var edilecektir,  yani tüm zamanlarda vardır. Mana-yı ismiyle de madumdur, hep ademde tutulacaktır ya da tutulmaktadır.  Her şeye kadir olmak bu manada ona bakan veçhesiyleher şeyi daim var kılar ve yine kendilerine bakan veçhesiyle daim yok eder ve bu iki zıttı bir arada kudretinde cem eder. Aynı anda vücuda ve ademe kadirdir. Bir şeye işaret edildiğinde kendi adına var olma açısından onu yok eder yaratıcısına bakan açıdan onu var kılmaya devam eder. Ve yine ona bakan veçhesiyle bir şey, her şey hükmündedir ve her şeye bedeldir. Varlık mutlakıyeti içinde barındırır ve bereket de bu anlamdadır. Ona bakan veçhesiyle orada gözüken her şey mutlak kudretin tezahürüdür, varlık sonsuzdur. Bu açıdan bakıldığında bütün zamanları ve mekânı bir şeyde cem etmiştir manasında kudretin mutlakıyetine işaret eder.
Mutlak kudret bütün mekânları bir mekâna sığdırır öyle mi? Evet bu anlamda küçüğü büyük, büyüğü küçük yapabilir. Ya da aynı anda bir şey hem büyük hem de küçük olabilir. İşte ancak her şeye kadir olan buna muktedir olabilir. Mesela bir hücre,kâinata göre küçükken içine girdiğiniz de sonsuz âlemle karşılaşırsınız ve bu âlemin sınırına ulaşamazsınız. Yani hücrenin dibi yoktur, büyüdükçe büyüyebilir. Kendi, içindeki sonsuz küçük zerreye göre sonsuz büyüktür. Dev galaksi adaları dünyaya göre oldukça büyük olabilir ama kozmosun içinde bir nokta da olabilir. Kâinat da hücreye göre hadsiz büyük, hücre kâinata göre hadsiz küçüktür, insan da öyle kendi içinde bir zerreye göre kâinat kadar büyük kâinata göre zerre kadar küçüktür. Büyüklük küçüklük izafidir. Bir şey aynı anda sınırsız büyüklüğe ve hadsiz küçüklüğe sahip oluyorsa bu mutlak kudretin bir tezahürüdür. Evet, ister bir dev galaksi isterseniz bir atom, nerede durursanız durun orada hem büyüksünüz hemde küçük. Bu anlamda çizgi film “Horton”u izleyebilirsiniz, oldukça ufuk açıcı. Büyüklük ve küçüklük durduğunuz yere göre değişiyor, izafileşiyor.Yani kudrete bakan veçhesiyle her şey her mertebede hem küçüktür hem büyük. İşte yine zıtların cemi. Mutlak kudretin tezahürü.
Aynı şekilde tıpkı rüya ile gerçek hayat arasında mukayesede olduğu gibi rüyada hadsiz an dünyada bir ana tekabül edebilir. Mesela insan rüya içinde rüyalar görüyor olsun. İlk rüyanızdaki bir an rüya içindeki rüyanızda, yani ikinci dereceden, sayısız anları içine alabilir. Üçüncü, dördüncü örneği çoğaltabiliriz. Hadiste “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” diyor. Yani bir anlamda rüya içinde rüya görüyoruz. Bir anda rüya vasıtasıyla çok anları görebildiğimiz gibi bir üst rüya boyutuna göre sayısız anlardan birini yaşıyor olabiliriz. Fakat ilginç olan bulunduğumuz an, bütün mertebelerin içindedir. Şu an, üst zaman “rüya” boyutunun içinde olduğu gibi bütün alt boyutlarda da vardır. Birinde bir an, birinde bin an, bir diğerinde sınırsız bir an olarak.
Yaşadığımız âlemde iç içe zaman boyutları olarak şöyle bir sıralama yapabiliriz: Rüyada çak sayıda anlar dünyada bir ana sığar. Berzahın bir anı dünyanın binler anını içine alabilir. Cennetin bir anı kendi alt boyutunda binler ve hatta sınırsız anları ve nihayette huzur-u İlahide Cemalullah müşahedesinde bir an alt boyutlarda sayısız anları içine alabilir. Miraca bir de bu açıdan bakmalı. Bu anlamda an dediğimiz şey de sonsuz küçük ve sonsuz büyük olabilir, içinde sonsuzluğu barındırır ve hem sonsuz kısa hem sonsuz uzun olabilir.  Yine zıtların cemi ve yine mutlak kudretin tezahürü.
 Aynı anda iki zıddın cemine bir örnek de insanın kendisidir. İnsan için sadece tek an vardır “şimdi”. Şimdiye malik olan bütün anlara ve mekânlara malik olabilir. İnsan şimdinin dışına çıkamaz, yaşadığı her an şimdinin içindedir. İsterse hayaliyle ya da diğer latifeleriyle geçmişe ya da geleceğe gitsin, her halükarda şimdiyi yaşar. Cesedi itibariyle bir anlık bir şimdi, hayvaniyeti, şehveti itibarıyla birkaç dakika genişliğinde şimdi, aklı itibariyle daha geniş bir şimdi, hayali itibariyle sınırları zorlayan bir şimdi, kalbi ve ruhu itibariyle sınırsız ve sonsuz bir “şimdi”yi yaşar. Yani “şimdi”nin içinde bütün zamanları ve mekânları cem eder.  Aslında şahs-ı manevi itibariyle –Mirac-ı Muhammedi misalinde olduğu gibi- tıpkı bütün zerrat-ı vücudunu cem ettiği gibi iman ve intisap ile bütün zamanlardaki ve mekânlardaki ehl-i tevhidi cem eder, külli bir şahs-ı manevi hükmüne geçer. Ve hatta tüm zerrat-ı kâinatla birlikte cem olur, tek başına âlemi içinde cem eder. Geçmiş, gelecek her şey onda cem olur. Cennet, cehennem, mülk ve melekût âlemleri onda dürülür.  İşte bir şeyde her şeyi yaratan ve her şeyi bir şey yapan mutlak kudretin tezahürüdür bu. Kudret mutlaksa her şeyi cem eder, bir şeyi her şey yapar, zıtları aynı şeyde cem eder. Âleme bir de bu gözle bakın, her şeye mutlak kudretin tezahürü olarak bakın, her şeyde kendinizi ve kendinizde her şeyi müşahede edin, bakalım o zaman âlem nasıl bereketlenir. Evet, mülk onundur, her şey onundur. Ve bir şeyi her şey yapan her şeyi bir şey kadar kolay yapan mülkün sahibi odur. O “külli şeyin kadirdir.” Bu bir tasavvur değil hakikattir, kudretin mutlakıyetinin zorunlu bir sonucudur. Aksi takdirde iman kemale ermez. Şirk pisliğinden azade olmuş olmaz.  Sözümü İmam Ali’nin sözünü beliğ bir surette şiirsel bir formda ifade eden Şeyh Galib’in sözü olsun:
“Hoşça bak zatıma ki zübde-i âlemsin sen. 
Merdum-idide-i ekvan olan bir âdemsin sen”
Abdurreşid Şahin

       Rahman, kâinatı kime alamet kıldı?   
http://www.kuranikerim.com/Arapca/index_image/55.sure/55-012.gif

Rahman suresinin ilk ayetlerini okurken kendi kendime sordum: “ Rahman, kime Kur’an’ı öğretti?”  Zira Kur’an’ın talimi işi insanı yaratmadan önce vuku bulan bir şey gibi ifade ediliyor. Rahman, Kur’an’ı talim etti; insanı yarattı, beyanı öğretti. Yani Kur’anı öğretme işi insanı yaratıp beyanı öğretmesinden önce olmakta. O zaman Kur’an’ı kime öğretti? Kalbime bir mana düşüyor ama zorlama olmasın diye meallere ve tefsirlere müracaat ediyorum. Meallerde soruma pek yanıt bulamıyorum. Sadece birinde parantez içinde “peygambere” ifadesi var.  Bu ifade benim dünyama gelenlerle tam örtüşmüyor.
 Ben de tefsirlere müracaat ettim. “Öğretilen” olarak insan diyenler,  Hz. Âdem diyenler, Cebrail diyenler, Muhammed asm. diyenler var ama benim dünyama gelenler hâlâ yok. Kendi kendime zorlama bir yorum mu acaba diyorum. Fakat araştırmaya devam ediyorum.  Fahrettin Razi’de bir açıklamayla karşılaşıyorum, evet tamam, diyorum, şimdi oldu. Allemel Kur’an ayetinin başındaki “alleme” kelimesinin “alamet kıldı” manasında olduğu ileri sürülmüş. Bu anlam bana çıkarımımın doğru olduğu kanaatini verdi. En azından işari bir manası olabilir diye düşündüm.
Ben bu sureyi okurken kalbime gelen şöyleydi: Allah rahmaniyetiyle kâinatı Kur’an’ın alameti kıldı. Yani kâinatı mücessem bir Kur’an olarak yarattı. Sonra da insanı yaratıp ondaki manaları tekellüm edip beyan edebilmeyi öğretti. Kur’an’la kâinatın ifade ettiği manayı beyan ettirdi.
Gerek kâinatın yaratılışındaki takip edilen sıra yani kâinatın insanın yaratılışı için hazır edilişi ve insanın sonradan yaratılışı, gerekse surenin devamındaki insana kâinatı okuma talimi yaptıran ayetler bana bu kanaati verdi. Elbette ki diğer yorumların hepsi doğru ve öncelikli anlamları öyledir. Fakat doğrudan muhatabiyet ve hayata tatbik açısından kalbime gelen anlam beni ikna etti. Kendi anlayışımı Risaleler’den aldığım derslerle örtüştüğü için daha tatminkâr buldum. Daha sonra zihnime 18. Söz’ün 3. Noktası ve Mesnevi’deki benzer bahis geldi. Levha-i tefekkür ve levha-i ubudiyet. Kâinat ve insan…  Sani’in kemalini gösteren eser ve o esere bakıp Sani’in maksadını anlayıp ona muhatap olan Muhammed as. Yani insan. Şimdi isterseniz kademe kademe ayetleri takip edip ayetlerin bu manaya delaletlerini anlamaya çalışalım.
 Rahman ismi İşaret-ül İ’caz’da da belirtildiği gibi ve de yine Razi’de yapılan benzer yorumla, nimetin yaratılmasına bakıyor. Rahim ismi ise o nimetin bekasına bakıyor.  Ayrıca Üstat bu iki ismin açıklamasını yaparken birbirinin mütemmimi tarzında bahsediyor. Ve anahtar kilit örneğini ve de lisan ile ruh örneğini veriyor. Ben de kâinat ve insan diyorum. Yani Rahman kâinata bakıyor ve “her şeye ihtiyacı olanı veren merhamet” anlamında o kâinatı yarattı ve insanı da kâinata denk tuttu yani dengini yarattı. Burada mütemmim manada insanın yaratılışı Rahim ismine bakıyor. İfadede Rahman Kur’an’ı alamet kıldı ve insanı yaratıp beyanı öğretti derken her ikisinin faili de Rahman dersek eğer… Burada zahir olan insan için hadsiz ihtiyacına karşılık gelecek kâinatı yaratması açısından “her şeyin ihtiyacını yaratan” manasında Rahman’a bakıyor. İnsan- kâinat ilişkisinden doğan ve bekaya bakan anlam ise gizli tutulmuş, belki sebepten dolayı Rahim ismi Rahman isminin içinde gizil manada mündemiçtir diyebiliriz.
Kur’an’ın alamet kılınması hususu ise Risale talebelerine yabancı bir tabir değil. Kâinatın mücessem Kur’an olması ve hatta, Risale tabiriyle, Kur’an-ı kebir olarak tesmiye dilmesi. 12. Söz’de kâinattan bizzat Kur’an olarak bahsedilmesi  ki o bahis tam da bu ayetlerin tefsiri gibi göründü bana. Hatta beyanın öğretilmesi ile hikmetin verilmesi birbirine denk düşen anlamlar ki bazı tefsirlerde ‘beyan’ı hikmeti öğretti anlamında yorumlayanlar var. Evet, Kur’an kâinatı tefsir eden beyani  -kelami- bir hitaptır. Kâinat dahi Kur’an’ın mücessem ayetleridir. Biri kudret kelimesi diğeri hikmet kelimesidir. Biri tekellüm-i ilahinin mücessem ifadesi diğeri lâfzî ifadesidir.
Burada bazı yorumlarda muhatabın melek ya da Cebrail as. olduğu hususudur ki bu da bizim anladığımız manayı teyit eder. Melaike, kâinatın ve mevcudatın ruhu hükmündedir ve her bir mevcuda müekkel bir melek vardır. Bu da alametin zahirde mana-yı ismi cihetiyle değil işari olarak mana-yı harfi cihetiyle olduğuna işaret eder. Bu anlamda nasıl insandan maksat sadece beden olmadığı gibi kâinattan maksadın da sadece madde olmadığı ve onun ruhu hükmünde olan Cebrail ya da melaike olduğu aşikârdır. Burada bir önemli husus da kâinatın neyin alameti olduğu hususudur ki fazla detaya gitmeden özetle esma-ül hüsna diyeceğim. Zira kâinat bize kendi yaratıcısının özelliklerini tanıtmaktadır. Bu anlamda insanın yaratılıp beyanın ona öğretilmesi; kendini hadsiz mevcudatla tanıtan yaratıcının kendini tanıttırmasına bedel, insanın O’nun eserine bakıp O’nu tanımasına vurgu yapmaktadır. Yaratıcı kendini tanıtmak ve tanıttırmak için kâinatı yaratıyor ve sonra da insanı kendine muhatap seçiyor. Evet, mükemmel bir eser mükemmel bir sanii gösterir. O kemalde vasıfların sahibi olan yaratıcı eserini muhatapsız bırakarak abes iş yapmaz. Zira kâinatta hiç abes bir iş yoktur.
Surenin devamında insana kâinatı nasıl okuyacağı talim edilmekte ve insana düşen vazife vurgulanmaktadır. İnsan kâinattaki nizamı ve her şeyin yerli yerinde oluşu ve kastı görüp kâinata denk gelecek bir ubudiyetle dengeyi sağlamalı ve onu ve kendisini anlamsızlık çukuruna atmamalı. Risale’de makasıd-ı Kur’an bahsinde adaletle ubudiyetin eş tutulması ve akımul vezne bil kıst ifadesine bakıyor diye anladım. Bu anlamda ubudiyet her şeyi yerli yerine koymak anlamında, kâinatın iktiza ettiği muhatabiyeti göstermek olarak anlıyorum.
 İşte bu anlayış bana gerek doğrudan kendimi muhatap etmem açısından gerekse kalben itminana ulaşmam açısından daha doğru geldi. Doğrusunu Allah bilir. Ben buradan rabbimin mesajını en kâmil muhatabı olan Resulullah’ın rehberliğinde ve kâinatın şahadetinde okuyup anlayabilirim sonucunu çıkarıyorum.  Bu anlamda kâinatla ilişkimi anlamlandıran ve kâinatı ve kendimin yaratılış maksadına en uygun olan bir bakış kazanmış oluyorum. Mesela bir şeftaliye muhatap oluyorum. Onun yaratılışına dikkat ediyorum. Dıştaki zarif ambalajına, onun hemen altındaki yumuşacık ve lezzet yüklü etli kısmına bakıyorum. Sonra daha içerdeki çok sert kabuğuna ve en içindeki bütün ağacı cem eden orta sertlikteki tohumuna bakıyorum. Yaratıcının bu birbirine zıt dört ayrı yaratılışı aynı anda yapmasına hayran kalarak ve onlardaki hikmeti düşünerek yaratıcının isimlerine ve özelliklerine olan delaletini okuyorum. Ve elahamdulillahi ala halikul şeftali diyerek şükranımı beyan ediyorum. Bu surette şeftalinin ve üzerinde tecelli eden sayısız sanatların, hikmetlerin yaratılış gayesi tezahür etmiş oluyor. Ve ben de Rahim olan Kerim, Latif, Müzeyyin, Rezzak, Musavvir olan ve daha nice vasıflarla yad edilen bir Rabbimin olduğunu öğrenip kalbi bir itminana ulaşıyor; böyle bir yaratıcının muhatabı olmaktan dolayı hadsiz bir sürur hissediyorum. Yoksa o şeftali ile ilişkim anlık lezzetlerin peşine takılan hadsiz elemlere gebe bir ilişki olacaktı. Ebede âşık ve ebed için yaratılan kalbin hüsranı ile âlemim kararacaktı.
Rabbim! Hadsiz çiçeklerden dürülmüş anlam yüklü bir buket misali insaniyetime ihsan ettiğin kâinatı yaratılış hikmetine uygun olarak okumayı ve onun sana olan şahadetlerini anlayıp Sana külli bir muhatap olabilmeyi bize nasib et. Hayatımız boyunca kıstı ikame edip senin şuurlu bir abdin olarak muhabbetini kazanabilmeyi de nasip et Rabbim!  Âmin.
Abdurreşid Şahin.





      SUBHANALLAH DERKEN NE KASDETİYORUZ?
Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır:
Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir. İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.
Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız. Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım. Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.) (bak: sübhân)
Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.
Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.
Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası…
 Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.
Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allah gaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim? Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.
Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise “Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.” Risaledeki ifadesi ile:Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemâl-i rubûbiyetin ve Kudret-i Samedâniyyenin ve Rahmet-i İlâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubûdiyeti ve itaati ister; rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Subhanallah ile ilân etsin.
Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir. Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor. İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.
Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:
Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.
Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimizkainatı(duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.)temsil etmekte.  Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kâinatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.” Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kâinata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir. Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir. Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.
Şimdi cam adına konuşan ikinci birzişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.
Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi? Evet. Mesela,“Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder. Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.”diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.
Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.) itikaden demese de“Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıylaşekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.
Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır. Örneğimize dönecek olursakekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkânsızdır. Mesela ölümü âlemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kâinatın işleyişine müdahale edemeyiz.
Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek âlemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidî anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz. Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.
AmacımÜstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir. Biz Subhanallah derkenklasik anlayışla“Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız. Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğini aksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır. Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet âlemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz. Yani biz “lâ ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o hâlde “lâ ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır. Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz. Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o hâlde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o hâlde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.
Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz. Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim. Hadis şöyle:
Süfyân, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir: “Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah” 
(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da: 
- ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”
Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamayaçalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır? Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkânsızdır. İkinci yaklaşım âlem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.
Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız. Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.”   “Bence gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu.
Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Âmin.
Abdurreşid Şahin