BEDİÜZZAMAN’IN TERBİYESİNDE KUR’AN'IN TEVİLİ, TERCÜMELER
KUR’AN’I NE KADAR YANSITIYOR?
Bediüzzaman, yazdığı Risaleler’in başına neden hep Kur’an’dan
bir veya birkaç ayet koyarak başlıyor?Bunun hikmeti ve vermek istediği mesaj ne
olabilir, diye düşünürken aklıma temelde üç hikmet geldi.
O hikmetlerden birincisini kaynağa yapılan gönderme
olarak adlandırabiliriz. Said Nursi “Ben bu hakikatleri Kur’an’dan devşirdim.
Özellikle de bahsin başına koymuş olduğum ayet yada ayetlerin irşadıyla bu hakikatlere
ulaştım.” demek istiyor. O, bir sualini ve derdini Kur’an’a tevcih etmiş ve
Allah’ın inayetiyle Kur’an onun ihtiyacına ve sualine cevap vermiş. Bize de “Dert
benim, derman Kur’an’ındır.” diyerek derdimize Kur’an’dan medet bulabileceğimizi
müjdelemiştir.
İkinci hikmet de maksada bakıyor. Bu anlamda tüm Risaleleri
Kur’an’ın anlaşılma çabası olarak algılayabiliriz. Bediüzzaman’ın bu şekilde
yapmak istediği, bizleri Kuran’la tanıştırmak ve Rabbin Kelamına muhatap
edebilmeyi sağlamak olarak görebiliriz. O bize Kur’an’ın nasıl anlaşılması
gerektiğini öğretiyor. Bu anlamda ontolojiyi yeniden inşa ederek makasıd-ı Kur’an
eksenli Kur’an ve kainat okuması yaparak bizleri de bu metodoloji ile tanıştırmaya
çalışıyor.
İnsanın bu âleme Rabbini tanımak,tevhid etmek, Risaletin
terbiyesinde haşre ve bekaya uzanan bir hayat inşa etmek ve bu sayede ubudiyeti
ve insanın yaratılışına uygun adaleti temin etmek için gönderildiğini ders
veren bir Kur’an anlayışı inşa ediyor.
İkinci hikmete ilave ve mütemmim olarak üçüncü bir
hikmeti de Kuran’ın yeniden tevili olarak adlandırabiliriz. Bahislerin başına Üstad’ın
Kur’an’ı koymasıyla birlikte yapmış olduğu izahlarında ve tefsirlerinde zamanla
anlamları kaybolmuş, çağın ve o çağda yada çağlarda hakim olan cereyanların etkisiyle
anlam kaymasına ya da sapmasına uğramış, asıl maksadını perdeler hâle gelmiş
Kur’ani terminolojiyi yeniden inşa cabası içinde olduğunu anlayabiliriz.
Bediüzzaman yaygın tefsirlerden farklı olarak Kur’an’ı
baştan başlayıp devam ederek tefsir etmek yerine özellikle Yeni Said döneminde
gerek kendi ihtiyacına binaen gerekse dostlarının ve toplumun ihtiyacına bakan
yönleriyle ayetlere müracaat etmiş ve Kur’an’dan Allah’ın ilhamıyla kalbine,
aklına ihsan edilen manaları tefsir suretinde beyan etmiştir. Özelde kendi
ihtiyacına ve genelde insanların ihtiyaçlarına yada suallerine bakan yönüyle
herhangi bir sıra takip etmeden Kur’an’ı tevil ya da tefsir etmiştir. Bir sıra
takip etmediği gibi bazen farklı surelerdeki ayetleri yan yana getirerek hatta
bazen ayetin tamamını bile almadan, izah edeceği hakikate bakan veçhesiyle tefsir
etmiştir. Bu suretle bize “Kur’an’ı Kur’an’la açıklama” yöntemi de sunmuştur.
Yani kalbine gelen bir soru ile alakalı hakikate odaklanmış, o hakikati Kur’an’ın
değişik ayetlerinden ders almış ve aldığı dersleri de Risale suretinde
muhtaçların ihtiyacına sunmuştur, diyebiliriz.
Bu makalede üstadın bir ayeti nasıl tefsir ettiğini ve
Kur’ani kavramları nasıl tevil edip güncellediğinin örneklerini vermeye çalışacağım.
Bunu yaparken diğer tefsir ve meallerden örnekler vermek suretiyle Risalelerin
Kur’an’a bakıştaki perspektifini ve bu açıdan zamanımız insanına sunduğu farklı
yaklaşımı inşaallah açıklamaya çalışacağım.
Bu çalışma için örnek metin olarak 18. Söz’ün başındaki
ayeti ve onun izahı olan o sözü seçtim.
Bahsi geçen ayet, Al-i İmran 188. ayettir. Ayetin meali,
Risale baskılarınınbazılarında (sözlük, ansiklopedik bilgi, mealler,
açıklamalar vs. şeklinde sonradan eklemeler), bazı yayınevi mensuplarınca asıl
Risale metinlerinde olmadığı hâlde koyulmuştur. Bu cümleyi eleştiri maksadıyla
söylemiyorum zaten bu yazının sonunda tercüme hususundaki ve özellikle de Risalelere
konan meal yada tercümeler hakkındaki düşüncelerim açıkça ortaya koyulacaktır.
Üstad 18. Sözün birinci noktası boyunca özelde ayetin ilk
kısmını genelde de tamamını izah etmektedir.
Öncelikle sonradan eklenen ve dipnot olarak verilen Al-i
İmran 188’in tercümelerinden bir ikisini aktarayım:
“Yaptıkları kötülüklere sevinen
ve yapmadıkları hayırla övünmekten hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulurlar
zannetme. Onlar için çok acı azap vardır.”
“Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla
övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma. Onlar için acı bir azap vardır.”
Ayrıca Diyanet’in ve diğer tercümelerden farklı anlamda
olanlarından numune olarak birkaçını aktarayım.(Kasıtlı olarak kaynak
göstermedim. Dileyen internetten “kıyaslamalı olarak Kur’an tefsirleri” başlığı
altında bu tefsirlere ve kime ait olduğuna ulaşabilir.)
“Ettiklerine sevinen ve
yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını
sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.”
“Muhammed’in hak peygamber olduğunu
gizleyerek, yalanlayarak, nifaklarıyla sevinen, İbrâhim dinine mensup
olduklarını söyleyerek, hayata geçirmedikleri İbrâhim’in sünnetiyle övülmek
isteyenlerin azaptan kurtulacaklarını sanma, evet sanma. Onlar için can yakıp
inleten müthiş bir azap vardır.”
“Yaptıklarına ferahlanan,
yapmadıkları şey ile övülmesini sevenlerin sakınazâbdan kurtulacaklarını sanma;
sakın sanma, çünkü onlar için çok acıklı bir azâb vardır.”
“O getirdikleriyle sevinen ve
yapmadıkları ile de metholunmalarını arzu eden kimseleri sakın sanma, artık
onları zannetme ki, onlar azabtan kurtulacakları bir yerde bulunacaklardır. Ve
onlar için pek acıklı bir azab vardır.”
“Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla
övünen ve yapmadıkları ile övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabilecekler.
Onları (ahirette) şiddetli bir azap beklemektedir.”
“Sanma ki verdikleriyle gururlanan ve
yapmadıkları şeylerden ötürü övülmeyi sevenler, evet sanma ki onlar azaptan
kurtulacak. Onlara acıklı bir azap var.”
Şimdi bir de bu ayetin tefsiri sadedinde söylenenlere muhataplar
açısından bakalım. Burada şunu
vurgulamak isterim ki sebeb-i nuzul babında sahabelerden yapılan alıntıların
hususi bir maksadının olduğunu vurgulayarak, burada yapılmak istenen -haşa o
sahabilerin ve hatta tefsir edenlerin tenkidi değil o sahabe ve müfessirlerin
sözlerinin o döneme mahsus ve hususi bir gayesi olduğunu vurgulamakla birlikte-
Risalenin Kur’an’ı anlamada bize kazandırdığı perspektif ve bunun selefteki
izlerini bulma çabasıdır. Hatta o zatların anlaşılmasında Risalenin anahtar bir
rol oynadığının teyidi çabasıdır. Alıntılar en kapsamlı tefsirler olan Taberi
ve Razi’den olacaktır.
Al-i İmran 188: O,
yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenleri sakın
azaptan kurtulmuş zannetme. Sakın bunu sanma. Onlar için can yakıcı bir azap
vardır.
Ey
Muhammed, senin Peygamberliğini insanlardan saklayarak, yaptıklarıyla sevinen
ve kendileri Allah’a ibadet etmedikleri halde, insanların, kendilerini
"itaatkâr kullar" diye övmelerinden memnun olan ehl-i kitabın,
Allah’ın azabından kurtulacaklarını
sakın zannetme. Böyle bir taliminde sakın bulunma. Onlar için âhirette can yakıcı bir azap vardır.
Müfessirler
bu âyette zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı
görüşler zikretmişlerdir:
a-
Ebu Said el-Hudri ve İbn-i Zeyd’e göre bu âyet-i kerime bazı münafıklar
hakkında inmiştir. Resulullah, savaşa çıktığında, bunlar savaşa gitmeyip yerlerinde
kalırlardı. Resulullah döndükten sora da ondan özür dilerler ve savaşmadıkları
halde, insanların, özürlerini kabul ederek kendilerini övmelerini isterlerdi.
b-
Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, Yahudiler hakkında nazil
olduğunu söylemişler ancak, Yahudilerin, hangi ameli işleyenleri hakkında nazil
olduğu hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.
aa-
Said b. Cübeyr ve İkrime’ye göre bu âyet-i kerime, Finhas ve Eşya' gibi,
insanları saptırmakla sevinen ve aynı zamanda insanların kendilerini, âlim
olarak övmelerini isteyen Yahudi Hahamları hakkında nazil olmuştur.
bb-
Dehhak, Süddi ve Abdullah b. Abbas’tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyet-i kerime, Resulullah’ı yalanlamada ittifak
içinde olmaktan dolayı sevinen, aynı zamanda insanların, kendilerine "Namaz
kılanlar, oruç tutanlar" diyerek övmelerini isteyen Yahudiler hakkında
nazil olmuştur.
cc-
Mücahide göre ise bu âyet-i kerime Allanın, kendilerine verdiği Tevrat’ı
değiştirmekten dolayı sevinen ve insanların bu değiştirmeden dolayı kendilerini
Övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
dd-
Said b. Cübeyr’e göre bu âyet-i kerime, Allah’ın İbrahim (a.s.)ın ailesine
verdiği üstünlüklerle sevinen ve bunların gereğini yapmadıkları hâlde insanların
kendilerini övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
ee-
Abdullah b. Abbas’a göre bu âyet, Resulullah’ın, kendilerine bir şey sorması
üzerine onu gizleyen, bu gizlemelerinden dolayı da sevinen ve aynı zamanda
Resulullah’a verdikleri yanlış cevap ile de Resulullah ve müminler tarafından
övülmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki:
"Resulullah,
Yahudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar, sorduğu şeye doğru cevap
vermeyip gerçeği gizlediler ve başka bir cevap verdiler. Resulullah’ın yanından
ayrılırken de, soruya doğru cevap vermiş gibi görünerek ayrıldılar ve bundan
dolayı takdir edilmelerini istediler. Ayrıca doğru cevap vermemelerinden dolayı
da sevindiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [339]
ff-
Katade’ye göre ise bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri hakkında nazil olmuştur.
Onlar, Resulullah’a gelmişler, sapıklıklarına bağlı oldukları halde, Resulullah’a
tabi imişler gibi görünmüşler ve gerçekte iman etmedikleri halde Resulullah’ın
kendilerini övmesini istemişlerdir. İşteâyet-i kerime bunları ifade etmektedir.
Taberi
diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin
bundan önceki âyette belirtilen ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söyleyen
görüştür. [340] (Taberi)
Razi’de muhataplara ek olarak “Bu ayet, bir savaşa Hz. Peygamber s.a.v. ile
birlikte çıkmayan ve savaşa katılmadıkları için sevinen bir gurup münafık
hakkında nazil olmuştur… “ sözü nakledilmiştir. Razi’nin kanaati ise “ayeti
yukardaki manaların – Yahudi, Nasara, ehl-i kitap ve münafık- hepsine birden”
hamledilmesi gerektiğidir. Razi sözüne devam ederek “insanoğlunun uygunsuz bir
fiil yapıp ondan dolayı sevinmesi…” ‘insanoğlu’
vurgusunu da yapmaktadır.
Razi’nin ayeti
tefsiri de meallerde verilen manayı içerir mahiyettedir. Ve özellikle “bima etav”
terkibinin manası “bima faalu”,‘yaptıkları’ ve farklı olarak ‘verdikleri
şeylere’ şeklinde yorumlanmış. Sadece bir yerde bir nakil var ki o da Üstad Bediüzzaman’ın
yorumunun kaynağı mahiyetinde olduğundan çok önemlidir. İleride bu noktaya
değinilecek.
18. Söz’de bu
ayetin muhatabı doğrudan doğruya insanın nefsidir. Üstad “Nefs-i Emareme Bir Sille-i Tedib” tabiriyle doğrudan kendi nefsini
muhatap almış ve “emmare nefisler” taşıyıcısı bizlere dolaylı olarak
seslenmiştir. Yani Üstad’a göre ayetin muhatabı nefs-iemmare taşıyan herkestir.
Üstad bu ayetin nefsin mahiyet ve yaratılış gayesini ders verdiğini izah
ediyor. Hadisin nakledildiği dönemde küfür ve iman, hak ve batıl tam olarak
ayrıştığı ve Yahudi, Nasara ve nifak sıfatları mücessem bir hâlde kişilerde
tezahür ettiği için o dönemde bu ayetin muhatabının belli bir kesime
atfedilmesi gayet makul gözüküyor ama hakla batılın içiçe girdiği, sahabe ve
tabiin sonrası dönemde ve özellikle ahirzamanda bu hadisi, sıfatlarından
ayırarak kişileştirirsek çok ciddibir yanlışa kapı açmış oluruz. Ayeti sadece
zahiri manasıyla anlayıp sadece Yahudi nesline ya da Nasara milletine yada bir
kısım din düşmanı mülhidlere münhasır zanneder ve nefsimizin nifak kokan
tavırlarını Yahudice benciliğini ve Nasaraca esbapperestliğini görmezlikten
gelirsek, hem ayetin terbiyesinden mahrum kalmış oluruz hem de nefsimizin
kusurunu def etmemiş oluruz.
Özetle söyleyecek olursak tefsirlerin ya da meallerin
çoğunda ayetin muhatabı olarak nefis yerine başka harici sıfat sahibi belirli
bir zümre kabul edilmiştir. Oysa Risale’de muhatap her bir birey ve o
bireylerin nefisleridir. Bu Kur’an’ın evrensel ve zamanlar üstü konumuna daha
uyan bir metottur. Kur’an’ı kim okuyorsa ayetin muhatabı da odur; onun terbiye
görmemiş nefsidir.
Yine bu ayetin tefsirinde diğer tefsirlerden ve bilhassa
meallerden farklı olarak ayetteki bir kelimeye yüklenen anlamdır. Özellikle bu
mesele Risale’ye eklenen meallerin Risale’de anlatılan hakikati nasıl
perdelediği açısından çok önemlidir diye düşünüyorum.
الرَّحِيمِالرَّحْمَنِاللَّهِبِسْمِ
“Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:
Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!”
“Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:
Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!”
Burada Üstad’ın doğrudan
nefsi muhatap aldığını açıkça görüyoruz. Nefsin vasıfları insanın bu ayetin
ikazına neden ihtiyaç duyduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir. Bir
anlamda bu vasıflar, “yefrahu”
kelimesinin kapsamına girmekte ve onu şerh etmekteler.Yani bu ayeti;“ey! fahre meftun –övünmekten hoşlanan- , şöhretin
tutsağı olmuş,medhe düşkün -başkalarının övgüsünü arayan- , bencillikte sınır
tanımayan nefis sahibi olan insan” şeklinde okuyabiliriz.
“Eğer binler meyve veren incirin menşei olan
küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri,
o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o
çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler
için fahre, gurura belki bir hakkın var.”
Burada tefsirlerin çoğunda
“bima etav” terkibinin manası “bimafaalu” – yaptıkları- şeklinde ya
da daha farklı olarak “bima aatev”,‘verdikleri şeylerle’ şeklinde yorumlanmış. Yani övünülen şeyleri yapan bizzat insan
olarak ele alınıp öyle yorumlanmış. Yani yaptıkları fiille övünen- burada
dikkat çekmek istediğim husus ‘övünmeden’ ziyade ‘yaptıklarıyla’övünme kavramıdır. Razi ayrıca bu kelimeyi
Hz. Ali’nin (r.a) “bima utu”
‘kendilerine verilen şeylerle’ şeklinde okuduğunu vurgular ki bu okuyuş şekli Üstad’ın
yorumunun kaynağını teşkil eder. Yani Üstad yukardaki açıklamada “ona takılan” ve
“sana yüklenen”
ifadeleriyle bu terkibe “kendilerine takılan yada yüklenen hasenata, iyiliklere
yani nimetlere sahiplenmek, onlarla övünüp gururlanmak” anlamını vermektedir.
Şimdi meal olarak verilen “yaptıkları kötülüklerle-
yada sadece yaptıklarıyla- övünen” tabiri nerede “kendilerine yüklenen ya da takılan
nimetlerle övünen” izahı nerede.
Biri kişiye fiili ve hatta kötü fiili verirken Üstad, fiili Yaratıcı’ya veriyor
üstelik nimetlendirme olarak. Aradaki anlam farkının ne kadar büyük olduğunu
görebilirsiniz. Meal Üstad’ın vermek istediği mesajın neredeyse tam tersi. Yaptığı
kötülüklerle
övünen ile kendisine takılan nimetlerle övünen tabirleri ciddi
bir ontolojik farklılığı vurguluyor. Birinci ifade mutezilevari, fiili insana
veriyor- hatta hayrın insana verilemeyeceğine dair hükme ters düşmememek için
‘kötülükler’ sıfatı ilave edilmiş. (Burada kişinin niyeti farklı olabilir kişi
fiile kesb anlamı yüklemiş olabilir. Biz sadece metni sorguluyoruz.)Üstad ise
fiili Allah’a veriyor- nimet verici olarak insandan sudur eden bütün fiillerin
yaratıcısı olarak- insana ise o fiil üstünde mahlûk olmayan kesbi veriyor. Bu
da ciddi bir itikadî duruşu ilan ediyor. Kelimeleri seçmedeki itikadî hassasiyeti
gösteriyor. Bu şekilde küllî nazara sahip olmayan birinin ya da birilerinin Risaleler’e
müdahale etmesi –meal yada tercüme ilave etmesi- geçekten garip ve veballi bir
durum.(Risaleler’e sonradan eklenen ayet ve hadislerin mealleri; kelime ve
kavramların anlamları; ansiklopedik bilgiler Risale müellifinin mana-yı
muradına ne derece hizmet ettiği ayrı bir yazı konusudur. Risale metinlerindeki
kelimelere verilen anlamlar hangi sözlükten, kimin bilgisine dayanılarak
verilmiştir? Bu husus Risaleler’i “sonradan eklemelerle” yayımlayanların
sorumluluğundadır. )
“Hâlbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o
çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarınbulunmakla, o nimetlerin
kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla
ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun.”
Bu ifadelerden de kesb ile
fiil arasındaki farklılığı ve dolaysıyla cüz-i iradeden kastedilenin ne olduğu
dersi verilmektedir. Meallerde verilen izahlar bu anlamı vermek şöyle dursun
hatta perdelemekte ve örtmekteler. Altı çizili ifadeler kesbin anlamını bize öğretmektedir.
Yaratılmamış ama yaratılmış şeyler üzerindeki vehmî malikiyet iddiası kesbin
menfi kullanılışına örnek teşkil etmektedir.
“Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.”
Bu ifadelerde de kesbin
müsbet kullanılışı gösterilmektedir.
“Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata
benzersin. İkiniz, hayrı kabûletmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız.
Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.Yalnız bir
tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrettekabûl
etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.
Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği
görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin
tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir
Sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde,
Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperestgâyet ahmak,
gâyetzâlimdir.”
Bu ifadeler cüz-i iradenin
mahiyeti, yaratılış maksadı, konumu ve işlevi hususunda itikadî perspektifi
ortaya koymakta; insanın yaradılışa
müdahalesini –tesirini- reddetmektedir. Yani gözünü açan, göze yollanan hadsiz nimetleri kabul
etmiş ve kendine mal etmiş olur. Gözünü yuman, var olan hadsiz güzellikten mahrum
kalmış olur, bu mahrumiyetin faili ise kendi olur çünkü gözün kapalı kalmasını
tercih etmekle onların âlemine girmesine mani olmuştur. Nisbi –kişisel- şerrin mercii olmuştur.
“Hem deme ki: ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.’Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.”
Bu ifadelerde ise kendisine takılan
güzelliklerden dolayı bir kemalat kazanma iddiasında olan nefse bir cevap var.
Kirli ve kara bir tabak, içinde bulunan elmasın değerini düşürmediği gibi
artıramaz da ve hatta kendi değerine de bir şey katmış olmaz. Değer, elmasa
aittir. Elmas o tabağı aydınlatır ama tabak aydınlığın sahip olamaz. Elmasın
gitmesiyle karanlıkta kalır. Bizler ayna gibiyiz, üzerimizde güzellik yansır, o
güzelliğin sahibi, kaynağı değiliz. Ancak o güzelliği üzerimize yansıtana
teşekkür etmek suretiyle güzelliğin bizde yansımasının devamını isteyebiliriz.
Aksi takdirde güzellik elimizden çıkar, mahrumiyetin elemi üzerimizde kalır. Ayrıca
burada -özelde esbabperest Nasara’ya, genelde tüm nefislere- bir gönderme
yapılmakta; sahabenin nakletmiş olduğu yorumlara da açıklık kazandırılmaktadır.
“Hem deme ki: ‘Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”
“Hem deme ki: ‘Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”
Burada ise Bediüzzaman’da,
esbabın tesirini reddetmedeki hassasiyetin kemaline şahit oluyoruz. İnsanın
nimete mazhar edilişinin sebebi insanda bulunan bir kemalat değil, tam aksi
ondaki kemalsizlik,acz ve fakra binaen olduğunu vurguluyor. İki dilenci
arasında daha fakir ve perişan olana verilen fazla para onun meziyetinden
dolayı değil, onun ihtiyacından dolayıdır. Bundan dolayı insan gururlanıp
fahredemez. Ayrıca burada kendilerinin seçilmiş bir kavim oldukları iddiasıyla
övünen Yahudiler’e de bir gönderme var.
Haşiye: Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said’in nefsini bu derece ilzam ve iskat etmesini çok
beğendim ve ‘Bin Bârekâllah’ dedim.
Abdurreşid Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder