26 Haziran 2012 Salı


                              Duygular çarpışırsa  
Sayılar vardır, pozitif ve negatif. Çarpar, böler, toplar ve çıkartırız onları. Derken sonuçlara ulaşırız, negatif ya da pozitif. Tıpkı birbirleriyle çarpışan, bölünen, artan ve eksilen duygularımız, hislerimiz, tavırlarımız, hallerimiz gibi. Evet onların neticesinde müspet veya menfi karşılıklar görürüz. Bunların çarpışması neticesinde dünyamız müspet ya da menfi tesirler alır. Âlemde huzur melekleri yaratılır, ya da habis ruhlar sıkıntı, stres zülümat yayar dünyamıza. Âlemimiz nazarımıza göre şekillenir. Ya cennetin kokusunu taşır ya da cehennemin ateşini üfler ruhlarımıza. Tayyib kelimeler gibi yerine göre gösterilen doğru davranışlar tayyib ağaçlar misali âleme güzel kokular saçar. Tıpkı aksinde olduğu gibi habis kelimeler misali yanlış davranışlar da âleme kasavet veren necis kokulu ağaçlar gibi menfilikler yayar.
İnsan, fıtratı icabı müspet ve menfi duygularla donatılmış, müspet ve menfi tavırları ve davranışları netice veren hislerle mücehhez kılınmıştır. Sevebildiği, cesareti, merhameti, şecaati cömertliği olabildiği gibi; nefreti, kini, hıyaneti ve adaveti de vardır. Bunlardan azade kalması mümkün değildir. Müspeti ve menfisiyle kendisine takılmıştır. Peki yapılması gereken nedir? İnsan müspet ve menfi duygularını nasıl kullanmalı ki her halükarda sonuçları müspet çıksın ve cenneti haleti netice versin? Kendisine takılan bu duyguları nasıl kullanmalı ki doğru sonuçlara ulaşın?
                                 Pozitif x pozitif = pozitif
                                 Negatif x negatif = pozitif
                                 Pozitif x negatif = negatif
                                 Negatif x pozitif = negatif
       Duygular ve tavırlar tıpkı sayılar gibidir. Ve onların çalışma sistemi matematikteki gibidir. Her ne kadar matematikteki kesinliğe sahip olmasa bile işleyiş tarzı aynıdır. Bildiğimiz gibi matematikte pozitif ve negatif kavramları vardır. Ve bunlarla ilgili kurallar vardır. Mesela pozitifin pozitifle çarpımında sonuç pozitiftir. Aynı şekilde negatifi negatifle çarparsak sonuç yine pozitif olacaktır. Bunun yanında zıt olanların çarpımında sonuç negatif olacaktır. Negatifle pozitifin ya da pozitifle negatifin çarpımı aynı neticeyi verir: Negatif. İşte insan duyguları hisleri ve hallerinde durum bu tarzda işler. İnsanda bahsettiğimiz gibi müspet duygular ve hisler olduğu gibi menfi olanları da vardır. Aynı tarzda insanın dışındaki âlemde ve insanlarda da benzer menfilikler ve müspet durumlar vardır. Ben  bu duyguları,   halleri ve âlemdeki menfi ve müspet durumları ademî ve vucudî diye isimlendireceğim. Müspet olanları varlık cinsinden manasında vucudi, menfi olanları varlığın ya da güzelliğin, hayrın yokluğu manasında ademî -yokluk cinsinden- diye adlandıracağım.
İnsan iç dünyasında olanları âleme ve çevresindeki varlıklara salar, onları âlemdekilerle çarpıştırır ve neticesinde eline ya mutluluk ya da elem geçer. İnsandaki ademî ve vucudî duyguların âlemdekilerle çarpışması da tıpkı matematikteki gibi olur.
İsterseniz bir örnek üzerinden meramımızı anlatmaya çalışalım. Muhabbet insanda müspet bir duygudur. Modern  tabirle pozitif enerji yayar. Fakat her zaman müspet neticeler vermez. Bu duygumuzu doğru yerde kullanırsak doğru netice alırız. Mesela âlemdeki güzelliklere yöneltirsek bu duygumuzu neticesinde huzur ve saadet meyvesini devşiririz. Ama eğer çirkinliklere yalana dolana yöneltirsek neticede bize sıkıntı ve ızdırap olarak döner. Nasıl mı?
Mesela muhabbetinizi Allah’ın yarattığı bir varlık olan insana ve insandaki güzel hasletlere yöneltirseniz neticesinde müspet bir yansıma alır huzurlu olursunuz. Ama eğer muhabbetinizi o kişinin yalan tavırlarına menfiliklerine yöneltirseniz karşılığında o muhabbetin aksiyle sıkıntı ve hayal kırıklığıyla karşılaşırsınız. Burada bir kişinin kendine ait olmayan aslında Rabbinin ona takmış olduğu güzelliklere sahiplenmesi onun menfi tavırlarındandır. Biz kişinin bu yalanına muhabbet beslersek sonuçta hüsranla karşılaşırız. Görüldüğü gibi müspet olan bir duygu hem menfi hem müspet iki netice verebiliyor. Burada aynı zamanda kişiyle yalan tavırlarını ayırdığımız için, acaba yanlış mı yapıyorum ikileminden de kurtuluruz. “Allah’ın yarattığı vucudî bir varlık olarak kişiyi seviyorum ama onun menfi ve yalan tavırlarını sevmiyorum.” demek suretiyle muhabbetimizi dengeli kullanmış ikilemde kalmaktan kurtulmuş oluruz.
Bunun gibi menfi olan bir duyguda menfi ve müspet neticeler verebilir. Bu sefer bizdeki düşmanlık duygusunu seçecek olursak. Bu duygumuzu varlık cinsinden olan kişiye ya da ona takılmış olan güzel hasletlere yöneltirsek neticesinde doğru bir çarpıştırma yapmadığımız için menfiliklerle muhatap oluruz. Hem karşımızdakine hem de kendimize zarar vermiş oluruz. Ama eğer bu duygumuzu kişiyle menfiliklerini ayırmak suretiyle kişinin menfi tavırlarına ve yalanlarına yöneltirsek karşı taraf anlamasa da en azından biz rahatsız olmayız.
İnsan- insan ilişkilerinde durum bu şekilde olduğu gibi insan âlem ilişkilerinde de sistem benzer tarzda çalışır. İç dünyamızdaki tavırlar âlem aynasından aynen bize yansır. Ona ne verirsek onunla karşılık görürüz. Âleme muhabbet eken muhabbet biçer, adavet eken adavet biçer. Âlemdeki varlık cinsinden olan vucudi şeylere muhabbetimizi yokluk cinsinden ademî olanlara ise adavet gibi menfi duygularımızı yöneltebiliriz. Aslında Rabbimiz bize “Ben kulumun zannı üzereyim.” derken de bunu ima ediyor diye düşünüyorum. Zira  âlem hakkındaki zannımız onun yaratıcısı olan rabbimize olan zannımızın bir tezahürüdür. En nihayette yapmamız gereken Rabbimizin yarattığı mevcuda -ki onlar ya bizzat ya da neticeleri itibariyle  güzeldirler- müsbet yaklaşarak hüsnü zanla bakmalı, menfi duygularımızı da bizi eşyadaki müsbet yönleri görmemize engel olan ademî hallere ya da Rabbimizle irtibatı kesmeye sebep olan ademî durumlara ya da şeylere yöneltmeliyiz ki neticesinde saadet çıksın.
                               Muhabbet(e) x muhabbet = saadet
                               Adavet(e) x adavet = saadet
                               Adavet(e) x muhabbet = hasaret
                                Muhabbet(e) x adavet = hasaret
                                Mütekebbire tekebbür sadakadır. (İmam Şafii)
Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinde kişiyi tavırlarından ayırmak gerektiğini vurgulayarak, her müminin bütün halleri müminane olmadığı gibi her kafirin de bütün hallerinin kafirane olmadığını söyler. Neticede, ehl-i kitaptan haremin olsa elbette seveceksin, diyerek kişiyle inancını nasıl ayırt edeceğimizi örneklemiştir.
Burada haklı olarak “İyi de biz hangi duygumuzun menfi, hangisinin müsbet olduğuna  nasıl karar vereceğiz, bazen karışıyor.” derseniz; ben bu problemi kendimce şöyle aştım: Ne ki cennette var, müspettir. Dolaysıyla cennette var olduğunu düşündüğümüz her duygu müsbet, olmadığını düşündüğümüz şey ise menfidir. Ayrıca nasıl fıkıhta helaller belli, haramlar bellidir ve arada şüpheliler vardır ve bunlardan kaçınılmalıdır. Bunun gibi biz de emin olduklarımızı uygulasak,  emin olmadığımız durumlarda da sessiz kalsak daha hayırlı olur diye düşünüyorum. Yine de karışık durumlar için bir çözüm istersek ben kendi içimde şöyle bir çözüm buldum: Mesela eleştiri iki ucu keskin bir duygudur, menfi ya da müsbet yönleri var. Bu durumda mesela bir yakınımızın, arkadaşımızın yanlışını düzeltmek maksadıyla ona eleştiri yönelteceksek vicdanımıza soralım. Eğer o kişiye karşı kızgınlığımız bizi eleştiriye sevk ediyorsa susalım ya da kişiye karşı bir kızgınlık hissediyorsak, ama eleştiri sonucunda o kişi ile ilişkimizin bozulacağınızı düşünüyor ve bunu istemiyorsak ve de eleştiriden kaçıyorsak bu durumda sırf karşımızdakini düşündüğümüz için onu ikaz etmemiz- ki bu durumda hissiyatımız karışmadığı için mümkün olduğu kadar nazik olacağızdır- onun hayrına olacaktır.
Her durumda insanın Rabbine yönelerek aczini izhar edip ona sığınması gerekir. Kendine  güvenmeden rabbinin kalbine ve vicdanına ilham ettiğini yapmalı neticeyi ondan bilmelidir. Sorumluluk açısından ise neticeyi hayır görürse allahtan bilmeli şer görürse kendini suçlamalı. Zira denklemi yanlış kurmuş demektir. Bizde öyle yapıp   Rasulullah’ın dilinden düşürmediği bir duanın manasıyla bitirelim sözümüzü:
Allah’ım bizi hakkı hak bilip ona uyma nimetiyle ve batılı batıl bilip ondan kaçınma nimetiyle rızıklandır. Âmin.
Abdurreşid Şahin

22 Haziran 2012 Cuma


BEDİÜZZAMAN’IN TERBİYESİNDE KUR’AN'IN TEVİLİ, TERCÜMELER KUR’AN’I NE KADAR YANSITIYOR?

Bediüzzaman, yazdığı Risaleler’in başına neden hep Kur’an’dan bir veya birkaç ayet koyarak başlıyor?Bunun hikmeti ve vermek istediği mesaj ne olabilir, diye düşünürken aklıma temelde üç hikmet geldi.
O hikmetlerden birincisini kaynağa yapılan gönderme olarak adlandırabiliriz. Said Nursi “Ben bu hakikatleri Kur’an’dan devşirdim. Özellikle de bahsin başına koymuş olduğum ayet yada ayetlerin irşadıyla bu hakikatlere ulaştım.” demek istiyor. O, bir sualini ve derdini Kur’an’a tevcih etmiş ve Allah’ın inayetiyle Kur’an onun ihtiyacına ve sualine cevap vermiş. Bize de “Dert benim, derman Kur’an’ındır.” diyerek derdimize Kur’an’dan medet bulabileceğimizi müjdelemiştir.
İkinci hikmet de maksada bakıyor. Bu anlamda tüm Risaleleri Kur’an’ın anlaşılma çabası olarak algılayabiliriz. Bediüzzaman’ın bu şekilde yapmak istediği, bizleri Kuran’la tanıştırmak ve Rabbin Kelamına muhatap edebilmeyi sağlamak olarak görebiliriz. O bize Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiğini öğretiyor. Bu anlamda ontolojiyi yeniden inşa ederek makasıd-ı Kur’an eksenli Kur’an ve kainat okuması yaparak bizleri de bu metodoloji ile tanıştırmaya çalışıyor.
İnsanın bu âleme Rabbini tanımak,tevhid etmek, Risaletin terbiyesinde haşre ve bekaya uzanan bir hayat inşa etmek ve bu sayede ubudiyeti ve insanın yaratılışına uygun adaleti temin etmek için gönderildiğini ders veren bir Kur’an anlayışı inşa ediyor.
İkinci hikmete ilave ve mütemmim olarak üçüncü bir hikmeti de Kuran’ın yeniden tevili olarak adlandırabiliriz. Bahislerin başına Üstad’ın Kur’an’ı koymasıyla birlikte yapmış olduğu izahlarında ve tefsirlerinde zamanla anlamları kaybolmuş, çağın ve o çağda yada çağlarda hakim olan cereyanların etkisiyle anlam kaymasına ya da sapmasına uğramış, asıl maksadını perdeler hâle gelmiş Kur’ani terminolojiyi yeniden inşa cabası içinde olduğunu anlayabiliriz.   
Bediüzzaman yaygın tefsirlerden farklı olarak Kur’an’ı baştan başlayıp devam ederek tefsir etmek yerine özellikle Yeni Said döneminde gerek kendi ihtiyacına binaen gerekse dostlarının ve toplumun ihtiyacına bakan yönleriyle ayetlere müracaat etmiş ve Kur’an’dan Allah’ın ilhamıyla kalbine, aklına ihsan edilen manaları tefsir suretinde beyan etmiştir. Özelde kendi ihtiyacına ve genelde insanların ihtiyaçlarına yada suallerine bakan yönüyle herhangi bir sıra takip etmeden Kur’an’ı tevil ya da tefsir etmiştir. Bir sıra takip etmediği gibi bazen farklı surelerdeki ayetleri yan yana getirerek hatta bazen ayetin tamamını bile almadan, izah edeceği hakikate bakan veçhesiyle tefsir etmiştir. Bu suretle bize “Kur’an’ı Kur’an’la açıklama” yöntemi de sunmuştur. Yani kalbine gelen bir soru ile alakalı hakikate odaklanmış, o hakikati Kur’an’ın değişik ayetlerinden ders almış ve aldığı dersleri de Risale suretinde muhtaçların ihtiyacına sunmuştur, diyebiliriz.
Bu makalede üstadın bir ayeti nasıl tefsir ettiğini ve Kur’ani kavramları nasıl tevil edip güncellediğinin örneklerini vermeye çalışacağım. Bunu yaparken diğer tefsir ve meallerden örnekler vermek suretiyle Risalelerin Kur’an’a bakıştaki perspektifini ve bu açıdan zamanımız insanına sunduğu farklı yaklaşımı inşaallah açıklamaya çalışacağım.
Bu çalışma için örnek metin olarak 18. Söz’ün başındaki ayeti ve onun izahı olan o sözü seçtim.
Bahsi geçen ayet, Al-i İmran 188. ayettir. Ayetin meali, Risale baskılarınınbazılarında (sözlük, ansiklopedik bilgi, mealler, açıklamalar vs. şeklinde sonradan eklemeler), bazı yayınevi mensuplarınca asıl Risale metinlerinde olmadığı hâlde koyulmuştur. Bu cümleyi eleştiri maksadıyla söylemiyorum zaten bu yazının sonunda tercüme hususundaki ve özellikle de Risalelere konan meal yada tercümeler hakkındaki düşüncelerim açıkça ortaya koyulacaktır.
Üstad 18. Sözün birinci noktası boyunca özelde ayetin ilk kısmını genelde de tamamını izah etmektedir.
Öncelikle sonradan eklenen ve dipnot olarak verilen Al-i İmran 188’in tercümelerinden bir ikisini aktarayım:
Yaptıkları kötülüklere sevinen ve yapmadıkları hayırla övünmekten hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulurlar zannetme. Onlar için çok acı azap vardır.” 
    “Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma. Onlar için acı bir azap vardır.”
Ayrıca Diyanet’in ve diğer tercümelerden farklı anlamda olanlarından numune olarak birkaçını aktarayım.(Kasıtlı olarak kaynak göstermedim. Dileyen internetten “kıyaslamalı olarak Kur’an tefsirleri” başlığı altında bu tefsirlere ve kime ait olduğuna ulaşabilir.)

     “Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.”
      “Muhammed’in hak peygamber olduğunu gizleyerek, yalanlayarak, nifaklarıyla sevinen, İbrâhim dinine mensup olduklarını söyleyerek, hayata geçirmedikleri İbrâhim’in sünnetiyle övülmek isteyenlerin azaptan kurtulacaklarını sanma, evet sanma. Onlar için can yakıp inleten müthiş bir azap vardır.”
    “Yaptıklarına ferahlanan, yapmadıkları şey ile övülmesini sevenlerin sakınazâbdan kurtulacaklarını sanma; sakın sanma, çünkü onlar için çok acıklı bir azâb vardır.”
    “O getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları ile de metholunmalarını arzu eden kimseleri sakın sanma, artık onları zannetme ki, onlar azabtan kurtulacakları bir yerde bulunacaklardır. Ve onlar için pek acıklı bir azab vardır.”
   “Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla övünen ve yapmadıkları ile övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabilecekler. Onları (ahirette) şiddetli bir azap beklemektedir.”
   “Sanma ki verdikleriyle gururlanan ve yapmadıkları şeylerden ötürü övülmeyi sevenler, evet sanma ki onlar azaptan kurtulacak. Onlara acıklı bir azap var.”
Şimdi bir de bu ayetin tefsiri sadedinde söylenenlere muhataplar  açısından bakalım. Burada şunu vurgulamak isterim ki sebeb-i nuzul babında sahabelerden yapılan alıntıların hususi bir maksadının olduğunu vurgulayarak, burada yapılmak istenen -haşa o sahabilerin ve hatta tefsir edenlerin tenkidi değil o sahabe ve müfessirlerin sözlerinin o döneme mahsus ve hususi bir gayesi olduğunu vurgulamakla birlikte- Risalenin Kur’an’ı anlamada bize kazandırdığı perspektif ve bunun selefteki izlerini bulma çabasıdır. Hatta o zatların anlaşılmasında Risalenin anahtar bir rol oynadığının teyidi çabasıdır. Alıntılar en kapsamlı tefsirler olan Taberi ve Razi’den olacaktır.

Al-i İmran 188: O, yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenleri sakın azaptan kurtulmuş zannetme. Sakın bunu sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Ey Muhammed, senin Peygamberliğini insanlardan saklayarak, yaptıklarıyla sevinen ve kendileri Allah’a ibadet etmedikleri halde, insanların, kendilerini "itaatkâr kullar" diye övmelerinden memnun olan ehl-i kitabın, Allah’ın azabından kurtulacaklarını sakın zannetme. Böyle bir taliminde sakın bulunma. Onlar için âhirette can yakıcı bir azap vardır.
Müfessirler bu âyette zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Ebu Said el-Hudri ve İbn-i Zeyd’e göre bu âyet-i kerime bazı münafıklar hakkında inmiştir. Resulullah, savaşa çıktığında, bunlar savaşa gitmeyip yerlerinde kalırlardı. Resulullah döndükten sora da ondan özür dilerler ve savaşmadıkları halde, insanların, özürlerini kabul ederek kendilerini övmelerini isterlerdi.
b- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişler ancak, Yahudilerin, hangi ameli işleyenleri hakkında nazil olduğu hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.
aa- Said b. Cübeyr ve İkrime’ye göre bu âyet-i kerime, Finhas ve Eşya' gibi, insanları saptırmakla sevinen ve aynı zamanda insanların kendilerini, âlim olarak övmelerini isteyen Yahudi Hahamları hakkında nazil olmuştur.
bb- Dehhak, Süddi ve Abdullah b. Abbas’tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resulullah’ı yalanlamada ittifak içinde olmaktan dolayı sevinen, aynı zamanda insanların, kendilerine "Namaz kılanlar, oruç tutanlar" diyerek övmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
cc- Mücahide göre ise bu âyet-i kerime Allanın, kendilerine verdiği Tevrat’ı değiştirmekten dolayı sevinen ve insanların bu değiştirmeden dolayı kendilerini Övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
dd- Said b. Cübeyr’e göre bu âyet-i kerime, Allah’ın İbrahim (a.s.)ın ailesine verdiği üstünlüklerle sevinen ve bunların gereğini yapmadıkları hâlde insanların kendilerini övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
ee- Abdullah b. Abbas’a göre bu âyet, Resulullah’ın, kendilerine bir şey sorması üzerine onu gizleyen, bu gizlemelerinden dolayı da sevinen ve aynı zamanda Resulullah’a verdikleri yanlış cevap ile de Resulullah ve müminler tarafından övülmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Resulullah, Yahudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar, sorduğu şeye doğru cevap vermeyip gerçeği gizlediler ve başka bir cevap verdiler. Resulullah’ın yanından ayrılırken de, soruya doğru cevap vermiş gibi görünerek ayrıldılar ve bundan dolayı takdir edilmelerini istediler. Ayrıca doğru cevap vermemelerinden dolayı da sevindiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.  [339]
ff- Katade’ye göre ise bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Resulullah’a gelmişler, sapıklıklarına bağlı oldukları halde, Resulullah’a tabi imişler gibi görünmüşler ve gerçekte iman etmedikleri halde Resulullah’ın kendilerini övmesini istemişlerdir. İşteâyet-i kerime bunları ifade etmektedir.
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin bundan önceki âyette belirtilen ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söyleyen görüştür.  [340] (Taberi)
Razi’de muhataplara ek olarak  “Bu ayet, bir savaşa Hz. Peygamber s.a.v. ile birlikte çıkmayan ve savaşa katılmadıkları için sevinen bir gurup münafık hakkında nazil olmuştur… “ sözü nakledilmiştir. Razi’nin kanaati ise “ayeti yukardaki manaların – Yahudi, Nasara, ehl-i kitap ve münafık- hepsine birden” hamledilmesi gerektiğidir. Razi sözüne devam ederek “insanoğlunun uygunsuz bir fiil yapıp ondan dolayı sevinmesi…” ‘insanoğlu’  vurgusunu da yapmaktadır.
    Razi’nin ayeti tefsiri de meallerde verilen manayı içerir mahiyettedir. Ve özellikle “bima etav” terkibinin manası “bima faalu”,‘yaptıkları’ ve farklı olarak ‘verdikleri şeylere’ şeklinde yorumlanmış. Sadece bir yerde bir nakil var ki o da Üstad Bediüzzaman’ın yorumunun kaynağı mahiyetinde olduğundan çok önemlidir. İleride bu noktaya değinilecek.
    18. Söz’de bu ayetin muhatabı doğrudan doğruya insanın nefsidir. Üstad “Nefs-i Emareme Bir Sille-i Tedib” tabiriyle doğrudan kendi nefsini muhatap almış ve “emmare nefisler” taşıyıcısı bizlere dolaylı olarak seslenmiştir. Yani Üstad’a göre ayetin muhatabı nefs-iemmare taşıyan herkestir. Üstad bu ayetin nefsin mahiyet ve yaratılış gayesini ders verdiğini izah ediyor. Hadisin nakledildiği dönemde küfür ve iman, hak ve batıl tam olarak ayrıştığı ve Yahudi, Nasara ve nifak sıfatları mücessem bir hâlde kişilerde tezahür ettiği için o dönemde bu ayetin muhatabının belli bir kesime atfedilmesi gayet makul gözüküyor ama hakla batılın içiçe girdiği, sahabe ve tabiin sonrası dönemde ve özellikle ahirzamanda bu hadisi, sıfatlarından ayırarak kişileştirirsek çok ciddibir yanlışa kapı açmış oluruz. Ayeti sadece zahiri manasıyla anlayıp sadece Yahudi nesline ya da Nasara milletine yada bir kısım din düşmanı mülhidlere münhasır zanneder ve nefsimizin nifak kokan tavırlarını Yahudice benciliğini ve Nasaraca esbapperestliğini görmezlikten gelirsek, hem ayetin terbiyesinden mahrum kalmış oluruz hem de nefsimizin kusurunu def etmemiş oluruz.
Özetle söyleyecek olursak tefsirlerin ya da meallerin çoğunda ayetin muhatabı olarak nefis yerine başka harici sıfat sahibi belirli bir zümre kabul edilmiştir. Oysa Risale’de muhatap her bir birey ve o bireylerin nefisleridir. Bu Kur’an’ın evrensel ve zamanlar üstü konumuna daha uyan bir metottur. Kur’an’ı kim okuyorsa ayetin muhatabı da odur; onun terbiye görmemiş nefsidir.
Yine bu ayetin tefsirinde diğer tefsirlerden ve bilhassa meallerden farklı olarak ayetteki bir kelimeye yüklenen anlamdır. Özellikle bu mesele Risale’ye eklenen meallerin Risale’de anlatılan hakikati nasıl perdelediği açısından çok önemlidir diye düşünüyorum.

الرَّحِيمِالرَّحْمَنِاللَّهِبِسْمِ

“Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!”
Burada Üstad’ın doğrudan nefsi muhatap aldığını açıkça görüyoruz. Nefsin vasıfları insanın bu ayetin ikazına neden ihtiyaç duyduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir. Bir anlamda bu vasıflar, “yefrahu” kelimesinin kapsamına girmekte ve onu şerh etmekteler.Yani bu ayeti;“ey!  fahre meftun –övünmekten hoşlanan- , şöhretin tutsağı olmuş,medhe düşkün -başkalarının övgüsünü arayan- , bencillikte sınır tanımayan nefis sahibi olan insan” şeklinde okuyabiliriz.
“Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.”
Burada tefsirlerin çoğunda “bima etav” terkibinin manası “bimafaalu” – yaptıkları- şeklinde ya da daha farklı olarak “bima aatev”,‘verdikleri şeylerle’ şeklinde yorumlanmış. Yani övünülen şeyleri yapan bizzat insan olarak ele alınıp öyle yorumlanmış. Yani yaptıkları fiille övünen- burada dikkat çekmek istediğim husus ‘övünmeden’ ziyade yaptıklarıyla’övünme kavramıdır. Razi ayrıca bu kelimeyi Hz. Ali’nin  (r.a) “bima utu” ‘kendilerine verilen şeylerle’ şeklinde okuduğunu vurgular ki bu okuyuş şekli Üstad’ın yorumunun kaynağını teşkil eder. Yani Üstad yukardaki açıklamada “ona takılan” ve
“sana yüklenen” ifadeleriyle bu terkibe “kendilerine takılan yada yüklenen hasenata, iyiliklere yani nimetlere sahiplenmek, onlarla övünüp gururlanmak” anlamını vermektedir. Şimdi meal olarak verilen “yaptıkları kötülüklerle- yada sadece yaptıklarıyla- övünen” tabiri nerede “kendilerine yüklenen ya da takılan nimetlerle övünen” izahı nerede. Biri kişiye fiili ve hatta kötü fiili verirken Üstad, fiili Yaratıcı’ya veriyor üstelik nimetlendirme olarak. Aradaki anlam farkının ne kadar büyük olduğunu görebilirsiniz. Meal Üstad’ın vermek istediği mesajın neredeyse tam tersi. Yaptığı kötülüklerle övünen ile kendisine takılan nimetlerle övünen tabirleri ciddi bir ontolojik farklılığı vurguluyor. Birinci ifade mutezilevari, fiili insana veriyor- hatta hayrın insana verilemeyeceğine dair hükme ters düşmememek için ‘kötülükler’ sıfatı ilave edilmiş. (Burada kişinin niyeti farklı olabilir kişi fiile kesb anlamı yüklemiş olabilir. Biz sadece metni sorguluyoruz.)Üstad ise fiili Allah’a veriyor- nimet verici olarak insandan sudur eden bütün fiillerin yaratıcısı olarak- insana ise o fiil üstünde mahlûk olmayan kesbi veriyor. Bu da ciddi bir itikadî duruşu ilan ediyor. Kelimeleri seçmedeki itikadî hassasiyeti gösteriyor. Bu şekilde küllî nazara sahip olmayan birinin ya da birilerinin Risaleler’e müdahale etmesi –meal yada tercüme ilave etmesi- geçekten garip ve veballi bir durum.(Risaleler’e sonradan eklenen ayet ve hadislerin mealleri; kelime ve kavramların anlamları; ansiklopedik bilgiler Risale müellifinin mana-yı muradına ne derece hizmet ettiği ayrı bir yazı konusudur. Risale metinlerindeki kelimelere verilen anlamlar hangi sözlükten, kimin bilgisine dayanılarak verilmiştir? Bu husus Risaleler’i “sonradan eklemelerle” yayımlayanların sorumluluğundadır. )
“Hâlbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarınbulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun.”
Bu ifadelerden de kesb ile fiil arasındaki farklılığı ve dolaysıyla cüz-i iradeden kastedilenin ne olduğu dersi verilmektedir. Meallerde verilen izahlar bu anlamı vermek şöyle dursun hatta perdelemekte ve örtmekteler. Altı çizili ifadeler kesbin anlamını bize öğretmektedir. Yaratılmamış ama yaratılmış şeyler üzerindeki vehmî malikiyet iddiası kesbin menfi kullanılışına örnek teşkil etmektedir.
Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.”
Bu ifadelerde de kesbin müsbet kullanılışı gösterilmektedir.
“Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabûletmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrettekabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.
Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir Sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperestgâyet ahmak, gâyetzâlimdir.”

Bu ifadeler cüz-i iradenin mahiyeti, yaratılış maksadı, konumu ve işlevi hususunda itikadî perspektifi ortaya koymakta; insanın yaradılışa müdahalesini –tesirini- reddetmektedir. Yani gözünü açan, göze yollanan hadsiz nimetleri kabul etmiş ve kendine mal etmiş olur. Gözünü yuman, var olan hadsiz güzellikten mahrum kalmış olur, bu mahrumiyetin faili ise kendi olur çünkü gözün kapalı kalmasını tercih etmekle onların âlemine girmesine mani olmuştur. Nisbi –kişisel-  şerrin mercii olmuştur.

“Hem deme ki: ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.’Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.”
Bu ifadelerde ise kendisine takılan güzelliklerden dolayı bir kemalat kazanma iddiasında olan nefse bir cevap var. Kirli ve kara bir tabak, içinde bulunan elmasın değerini düşürmediği gibi artıramaz da ve hatta kendi değerine de bir şey katmış olmaz. Değer, elmasa aittir. Elmas o tabağı aydınlatır ama tabak aydınlığın sahip olamaz. Elmasın gitmesiyle karanlıkta kalır. Bizler ayna gibiyiz, üzerimizde güzellik yansır, o güzelliğin sahibi, kaynağı değiliz. Ancak o güzelliği üzerimize yansıtana teşekkür etmek suretiyle güzelliğin bizde yansımasının devamını isteyebiliriz. Aksi takdirde güzellik elimizden çıkar, mahrumiyetin elemi üzerimizde kalır. Ayrıca burada -özelde esbabperest Nasara’ya, genelde tüm nefislere- bir gönderme yapılmakta; sahabenin nakletmiş olduğu yorumlara da açıklık kazandırılmaktadır.

“Hem deme ki: ‘Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”

Burada ise Bediüzzaman’da, esbabın tesirini reddetmedeki hassasiyetin kemaline şahit oluyoruz. İnsanın nimete mazhar edilişinin sebebi insanda bulunan bir kemalat değil, tam aksi ondaki kemalsizlik,acz ve fakra binaen olduğunu vurguluyor. İki dilenci arasında daha fakir ve perişan olana verilen fazla para onun meziyetinden dolayı değil, onun ihtiyacından dolayıdır. Bundan dolayı insan gururlanıp fahredemez. Ayrıca burada kendilerinin seçilmiş bir kavim oldukları iddiasıyla övünen Yahudiler’e de bir gönderme var.

Haşiye: Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said’in nefsini bu derece ilzam ve iskat etmesini çok beğendim ve ‘Bin Bârekâllah’ dedim.

Abdurreşid Şahin