15 Şubat 2012 Çarşamba

BU BELDEYE ANCAK SEN YARAŞIRSIN

Yemin olsun o beldeye ki o belde benin sanatımın kemalde olduğunu haykırır. Tüm isim, sıfat ve şuunatımla vahdaniyetimi ilan eder. Evet bu belde yani kainat güzeldir, mükemmeldir. Benin bu kemalimin ve cemalimin en mükemmel muhatabı olan senin varlığındır. O yüzden böylesi mükemmel bir beldeye ancak sen yaraşırsın. Ancak senin varlığın helaldir ona ve o belde de sana helaldir. İkiniz birbirinize ne de güzel yaraşırsınız. (bakınız Beled suresi: 1., 2. ayetler)

Ayetin ilk iki ayetini bu manada anlarsak ‘levlake levlak’ sırrını bir nebze anlamış oluruz kanaatindeyim. O hadis-i kutsinin sıhhatinin hiç delili olmasa bile bu ayetin varlığı yeter de artar bile.

Evet Bediuzaman’ın bu kainatı mükemmel bir saraya, bir şehre ve bir memlekete benzetmesinden hareketle buradaki belde tabirini makro âlem olan kainata yordum. Yeminle başlamış olması o bedenin mucizeliğine, azamet ve mükemmelliğine delildir. Allah, kâinatı kendine şahit gösteriyor ve onunla inkara yeltenenlere meydan okuyor. Burada belde yani bir veçhesiyle kâinat övülmekte. Ve kâinatın övülmesine şahit olarak Rasulullah gösterilmekte. Bu manada ikisi birbirini öven ve iktiza eden iki ayrılmaz bütün olarak vurgulanmakta. Mükemmel bir sanat, sanatkârını övdüğü gibi o sanatkârın maksadını ve sanatının harikalarını ortaya çıkaracak bir muhataba (ya da Muhammedî bir bakışa) da işaret eder ve kendi kemal ve hakikatini ortaya çıkarması yönüyle de onu över.

Âleme baktığımızda bütün kâinat, hayata bakmakta, adeta hayatı netice verme gayesiyle çalışmaktadır. Bu anlamda hayatın menşei olan dünya, tüm âlemin gözbebeği hükmüne geçmektedir. Dünya ve dünya içindeki canlılar yaratılışından bu yana adeta insanı netice vermek için çalışmakta, dünya tüm mükemmel işleyişiyle insana hizmet etmektedir. Yani dünya, kâinatın meyvesi, insan da dünyanın meyvesidir. Zira kâinatta olan her iş hayatla anlam kazanmakta, tüm işleyiş hayatı netice verme kastıyla olmaktadır. Hikmet bunu söylüyor. Hayatı anlamlandıran ve hayatla birlikte tüm âlemi aydınlatan ise insandır. İnsan; aklı, bilinci ve ruhu vesilesiyle kâinatın anlamını sorgulamakta ve ona anlam katmakta. Yani Kâinatın Yaratıcısı, insanı yaratmak suretiyle insanı kendine muhatap yapmış. Bu muhatabiyetin en kemalde örneği de Muhammed aleyhisselamdır. Yani âlem sanki onu netice vermek için yaratılmış ve onunla anlamını bulmuştur.

Bir anlamda Yaratıcı, tevhide ve kâinatın sebeb-i vücuduna işaret babında tüm nazarların Muhammed aleyhisselamın yaşadığı beldeye yönelmesini arzu etmiş olmalı ki Kabe’yi kıble yapmış, kendine beyt yapmış. Yani Kabe, beytullah olmuş. Kâinatın hayat etrafında dönüşü hayatın insanı netice vermesi ve insaniyetin Muhammed-i Arabi aleyhisselamı netice vermesi ve Muhammed aleyhisselamın ve Rabbimizin kemalde tanınması hakikatinin sembolik ifadesi olan hac o beldede vuku bulmaktadır. Bu anlamda bu hakikate işaret manasında beldeden kasıt, içinde Beytullah’ı barındıran ve Allah’ın kelamının bir beşer lisanıyla yankılandığı belde olan Mekke’ye işaret etmektedir. Yaratıcı, o beldeye yemin etmek suretiyle kâinatın yaratılış amacına bizleri yöneltmekte, nazarları yine o beldeyi ve tüm kâinatı anlamlandıran ve Yaratıcıya kemalde bir ayna olan Muhammed aleyhisselama çevirmektedir.

Bu ayeti enfüsi âleme taşıdığımızda beldeden kasıt, maddi ve manevi kâinatın misal-ı musaggarı yani küçültülmüş modeli olan insandır diyebiliriz. Ve o, insan beldesini de anlamlandıran, doğrudan doğruya Yaratıcıya bakan insani pencere olan vicdana ve kalbe işaret edilmektedir ve insana helal olarak yaraşanın da akleden kalbe sahip olmasıdır diye anlayabiliriz. Zira Allah, yere göğe sığmayıp müminin kabine sığdığını söylemekle âlemde onu tanıtan ne varsa bunun müminin kalbinde yansıdığını, o kalbin tüm âlemde yansıyan Rabbin özelliklerini yansıtacak mahiyette olduğunu vurguluyor. İnsan, kalbinde vicdanı aracılığıyla ona konuşan Rabbini kâinat genişliğinde bir imanla tanıyabilir. Tüm âlemi ve onun mikro tezahürü olan kendini anlamlandırabilir. Yani özetle bir anlamda o belde insandır ve insaniyete yaraşan da kalbin ve vicdanın varlığıdır ki kalp bu manada kâinat beldesinde yaşayan Muhammed aleyhisselam gibidir. İçimizde Rabbin mesajını ilan eden elçidir. Akleden kalbinin rehberliğinde insan, tüm âlemi aydınlatan hakikate ulaşır. İnsan ve âlem o kalple anlam bulur. O kalp o beldeye yaraşır ve yakışır. Hill’lin bir anlamı da su içinde eriyip kaybolan şeker misali eriyen şeydir. Bu manada Muhammed alehisselamın getirdiği hakikat, kâinatın mayası hükmündedir ve o hakikat onunla mecz olmuştur. Yani Kur’an, kâinat olmuş, kâinat Kur’an’ı haykırmaktadır. Muhammed alehisselam da her ikisinin terennüm ettiği hakikati insaniyet formunda terennüm ettirmektedir. Netice olarak bu iki ayet hem kainata hem de onun anlamını terennüm eden, mucize beyan olan Kur’an’a; hem dünyanın bir nevi vahyi haykıran ağzı hükmünde müminlerin kıblesi ve Beytullah’ın mazrufu olan Mekke’ye hem de orada vahyi insani formda hâl, kal ve etvarıyla âleme dinleten Muhammed alehisselama; hem mahiyetçe kâinata denk âlem-i asgar olan insana ve o âlemde hakkın sözcüsü ve vahyin tasdik gerdesi olan kalbe yemin etmektedir.

Allahım! Kalbimizde seni bütün isimleriyle kemalde tanıtan Muhammed alehisselamla hayatlandır. Âlemi onun getirdiği şeriatle nurlandır. Onun elindeki Kur’an’ı âlemin aklı eyle ki tüm akleden kalpler onun nuruyla münevver olsunlar.

O bülbülü ve o bülbülün terennüm ettiği ilahi musikayı bu kâinat gülüne yaraşır kıldığın gibi kalbimizi de senin hanen olma şerefine yaraşır kıl ki bu belde seninle gülümsesin ve seni gülümsetsin. Âmin.

Abdurreşid Şahin

Not: İnşallah Rabbimin inayetiyle surenin enfüsi okunmasına devam edilecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder