Hayır ve şer ikilemi
“BİSMİLLAH HER hayrın başıdır” diyor Bediüzzaman ve bütün mevcudatın hal lisaniyle Bismillah dediğini ekliyor. Burada Bismillah’ın her hayrın başı olduğunu söyledikten sonra bütün mevcudatın da Bismillah dediğini vurgulamakla mevcudatın hayır olduğunu söylemiş oluyor. Yani, hayrı vücudla ilişkilendirerek, vücud verilen her şeyin hayır olduğunu söylüyor.
Her şey yokluktan vücud alemine getirilmekle mevcut olur. Burada mevcuttan kastımız eşyanın kendisiyle birlikte ondan südur eden her hal ve tavırı da içerir. Ben mevcud olduğum gibi, gülen halim, kızan halim, düşünen halim, hareketlerim, düşüncelerim; kısaca girdiğim bütün hal ve tavırlar mevcudat tabirinde dahildir. Bu noktada, vücudun iki veçhesi var: biri yokluktan çıkarılmak, ikincisi yokluğa düşmemek yani varlığını devam ettirmektir. Bu, şu neticeye gelir ki yokluktan çıkan ve varlığı devam eden her şey hayırdır. Şer ise hayrın olmama halidir. Güzellik hayırsa, güzelliğin olmama hali şerdir. Yani, hayır vücudî, şer ademîdir, hayrın olmama halidir ve mevcut değildir. Örneklendirecek olursak: meyveli bir ayva ağacı tahayyül edelim. Ayva ağacının meyveli hali daha önce yoktu, sonradan var edildi. Yine, çiçekli ayva ağacı daha önce yoktu, sonradan var edildi. Çiçeksiz ayva ağacı halindeyken daha önce yoktu, var edildi. Filiz halindeki ayva ağacı da daha önce yoktu, var edildi. Daha geriye gidersek, tohuma kadar inebiliriz ve daha gerilere… Yani zamansal açıdan baktığımızda ayva ağacının geçirmiş olduğu her an, bir önceki ana göre yoktu ve var edildi. Şimdi de bu mantığı mekansal boyuta taşıyalım: ayva meyvesi sulu haliyle daha önce yoktu, var edildi. Ayvayı oluşturan zar, etli kısım, çekirdeğin saklandığı kısım ve çekirdek daha önce yoktu, var edildi. Ayvanın hücreleri, çekirdeğin hücreleri daha önce yoktu, sonradan var edildi. Ayva hücresi oluşturulacak şekilde atomlardan müteşekkil moleküler yapı da daha önce yoktu, var edildi ve böylece zerrelere kadar devam eder. İşte bu şekilde gerek zamansal gerek mekansal açıdan incelediğimizde örneğimizdeki ayva her aşaması için daha önce yoktu ve var edildi diyebiliriz.
Bir şeyin yokluktan varlığa çıkması sonsuz kuvveti gerektirir. Zira, mutlak bir güce sahip olmayan, yokluktan varlığı çıkaramaz. Bu açıdan baktığımızda her mevcut var olmasıyla kendi varlığını mutlak bir kudrete dayandırmaktadır. Dahası, varlığının devam ediyor olması da o kudretin devamlılığının göstergesidir. Bu açıdan her bir mevcut kendi varlığını sonsuz mutlak birine dayandırmaktadır. Mutlak bir kuvvet ise kendisi varolmaya ve varlığını sürdürmeye muhtaç yaratık cinsinden olan bir varlığa atfedilemez. O halde bu kudret yaratık olmayan ve yaratıklara ait vasıflardan münezzeh biri olabilir ancak, o da Allah’tır. Böylece bütün mevcudat “bi-ismillah” vardır, mevcuttur. Varlığını, mutlak vasıflara sahip olan Allah’ın bir ismine dayandırır. Varlık hayır olduğu için bismillah da her hayrın başıdır. Yani, mutlak özelliklere sahip olan Yaratıcı’ya dayandırılan her şey hayırdır. Hayrın başında mutlaka Yaratıcının bir ismine dayanma vardır.
Hayrın yokluğunu ifade eden şer ise vücuda dayanmadığı için ademîdir. Güzellik kavramının varlığı güzelliğin yokluğu manasına gelen çirkinliğin gerçekte mevcut olmadığının, ademî olduğunun delilidir. Güzellik varsa çirkinlik gerçekte yoktur, izafidir. Zira, güzellik vardır ve mutlak vasıflara sahip olan Yaratıcının br ismine dayanmaktadır. Yaratıcının o ismi de kendisi mutlak olduğu için mutlaktır. Mutlak güzellik sahibi olan ve güzelliği mutlak manada kendinde barındıran biri, güzelliğin mutlak yokluğu manasına gelen şerri murat edemez. Şer, kişinin güzelliği görememesinden dolayı indidir, subjektiftir (Yeri gelmişken vurgulamak gereken bir husus: acı/hastalık vardır elbette ve bir isme dayanır fakat kötü değildir. Aynı şekilde, varlığı algılamamıza yarayan nefis de vardır ve kötü değildir). Kişinin nazarına bakar ve vehmîdir, gerçek bir vücuda sahip değildir. Said Nursi, “Bismillah her hayrın başıdır” sözüyle bütün dinlerde çok ciddi tartışma konusu olan şer problemine bir çözüm getirmektedir. Mevcut olan her şey hayırdır. Şer, vücudî ve mevcut olana değil, ademî olana bakar. Hakikatte şer yoktur. Vücut varsa -ki her şey buna şahittir- yokluk yoktur, izafidir. Kişi hayrı kendi vehmiyle şerre kalbeder mesul olur. Aslolan ise vücuttur, hayırdır. O vücud ve hayır da bir isme dayanır, varlığını o isimle anlamlandırır. Bir şeyin varlığı mutlak bir zatın varlığının delili, mutlak bir zatın varlığı da her şeyin varolacağının delilidir. O halde, yokluk ve yokluğa dayalı olan şer hakikatte yoktur. Allah varlığının delili olan hiçbir şey, onun yokluğunu ima eden şer olamaz.
06/12/2005
Abdürreşid Şahin
9 Ağustos 2010 Pazartesi
4 Ağustos 2010 Çarşamba
GÜLÜ BESTELEYEN BÜLBÜL
GÜLÜ BESTELEYEN BÜLBÜL
Abdurreşid Şahin
O VARMIŞ, yok yokmuş.
Ezel zaman dışında ebed kalbin içindeymiş.
Yaratıklardan öte, ama her şeyden yakın, bir sultan varmış. Bu sultanın bir de, gözlerin hiç görmediği, hayalin tahattur bile edemediği, akıllara sığışmayan güzellikte bir bülbülü varmış.
Sultan bir gün bülbülüne, hükmettiği âlemleri göstererek “Bütün bu âlemleri senin için besteledim. Git, gez âlemlerimi de o besteyi bana oku. Ben de kendi bestemi senin sesinden dinleyeyim.” der ve bülbülü uçurur varlık âlemlerine.
Bülbül âlemlerde bestelenen bütün sadaları dinler. Semanın eşsiz derinliklerinde devasa notalarla kusursuzca nazmedilmiş manzumeleri okur. Üzerine milyarlar yıldız şebnemleri kondurulmuş galaksi güllerinden bir demet musika-i ilahi devşirir. Vecd ve şevk ile âlemleri seyrederken gözüne küçük bir gezegen ilişir ve merakı onu oraya cezb eder. Dünyayı baştan başa dolaşır ve dinlediği eşsiz besteler karşısında hayranlığını gizleyemez. Hele bir tanesi onu kendinden geçirir. Seher vaktinin serinliğinde helezonik şebnem notalarıyla bezenmiş kadife sayfalı gül güftesini görünce, tüm âlemin o gülde bestelendiğini farkeder. Sultanının eşsiz sanatı karşısında secdeye kapanıp “Senin sanatın seni en güzel şekilde övmekte, ben seni layıkıyla övemem.” der. Sonra beste yerine sultanına götürmek üzere o Muhammedî gülü dalından koparıp efendisine götürür. Ve ona, “Sana bütün kâinatın bestesini getirdim, ben bundan daha mükemmel beste dinlemedim. Senin sanatını bu GÜLden daha güzel besteleyen ne olabilir ki?” diye arz-ı hal eder.
Sultan tebessüm eder bülbüle. Ve ona “Bu gül benim aynamdır. Kim ona bakarsa beni bütün haşmetimle görmüş olur. Halbuki ben görünmez bir hazineyim. Hazinenin anahtarı da bu gülde saklıdır. Ve sen ey bülbül, bu gülün okuduğu bestesin. Kim sana kulak verirse gül destesinin bestesini benden işitmiş gibi olur. Ben gülde kendimi seyreder sende de esma ve sıfatlarımı sergilerim. Böylece senin gözünde kendimi seyrederim. Gören de ben, işiten de benim. Bütün görmeler ve işitmeler bendendir.
Hadi şimdi git, bu gülü nasıl bestelediğimi gör ve güle âşık bülbüleri bul ve bana çağır. Zira her gülde görünen benim ve her bülbül beni besteler.”
Bülbül uça uça dünyaya ulaşır. Fakat bu kez gördüğü manzara onu şaşırtır. Burası ölüler diyarı olsa gerek, güzellikten pek nasibi olmamiş galiba diye düşünerek yere alçalır. Gide gide bir mezarlıgın içine girer kuru bir dalın üzerine tüneyerek etrafını seyretmeye başlar. Manzara gerçekten de etkiler onu. Mevsimlerden kış ve her şey bütün güzelliklerinden soyulmuş haliyle çırılçıplak durur bülbülün önünde.
Toprağın yeşilden mahrum karası, semadaki bulutların karalar üstüne düşmüş karası, ağaçların iskeletlere dönmüş haliyle birlikte mezartaşlarının yosun tutmuş karaltısı etrafa kasavetli bir hava katıyordu. Kimsesizlik, yoksulluk ve yosunluk bütün her yeri kaplamıştı.
Hüzünlenir bülbül yoksulluğun ve yoksunluğun acısını ta yüreğinde hisseder. Gözleri mezarların üstünde gezerken kulağına derinden bir takım sesler gelir. Bir an gözündeki perde kaldırılır ve toprağın altında yatan tohumları farkeder. İyice kulak verdiğinde o seslerin tohumların kalplerinin haykırışı olduğunu anlar. Hayat sahnesine çıkma arzusunun ifadesi olan “vucut vucut” sadalarını işitir.
Bülbülün kalbindeki hüzün iyice derinleşir ve yüreği o acizlere karşı sınırsız bir şefkatle dolar. Onların kalbinde aşk-ı bekayı okur ve lisanı “yokluktan varlığa çıkış” bestesini terennüm eder.
Bülbülün acı acı inleyişi âlemi hüzne boğar bütün âlem, “Evet evet evet biz de istiyoruz ey sultanımız.” diye haykırır semaya. Derken kara bulutlar semanın yüzünden çekilir, güneş gülümser varlıkların yüzününe. Kasavetli dağların yüreğindaki buzlar çözülür, ırmak ırmak yaşlar akıtır ovaya. İçindeki varlık coşkusu taşar, güneşin ellerinde ulaşır semaya.
Ve semayı bu kez rahmet bulutları sarar. Bülbül vecde gelir bu kez de “hayat” bestesini işttirir bullutlara. Bülbülün hoş nağmesiyle çoşan bulutlar şimşekler çakarak rad ile konuşturur semayı. Ab-ı hayatı kızıştırır. Kara toprağın ölü bedenine hayat öpücüğünü kondurur. Tohumların yüreğine dokunur hayat. Baharla yeşil yeşil gülümser dünya. Yanağına pempe çiçekler kondurur. Fakir toprak fahr eder sultanın ikramıyla. Fakrı fahr olur, baharın gülümseyen yüzünde okunur.
Bu sefer aşkın bestesini seslendirir bülbül şevkle. Yüreği lisanında dillenir. Çiçeklerin âşıkları doldurur âlemi, kelebekler latif öpücükler kondurur bahara. Arılar muhabbeti dokur bal dudaklarda. Ve gül bahara gülümser. Bülbül hayran olur. Kalbinin kanıyla boyar onu. Âlemi onunla güldürür.
Derken bir insan gelir dünyaya. Ellinde gönül sepeti. Saldırır etrafa. Elinde neyi tutarsa soldurur. Sepetine sığdıramaz âlemi. Yüreğini ıssız çöle döndürür.
Ve bülbül “beka” bestesini okur gülün başında. İnsan, “Evet, işte benim bestem.” Der, yönelir güle doğru. Gül gülümser insana. İnsan gülde bütün âlemleri görür. Bülbülün terennüm ettiği bütün nağmeleri, mücessem halde gülün yüzünde okur. Tohum olur, gül ve bülbülün nağmesiyle kâinat çıkar içinden. Ve insan, sesin geldiği yöne bakar. Bülbülü farkeder. Bülbülün tüyleri renkten renge bürünür dev bir zümrüd-i anka görünür ona. İnsan, “Ya baki!” der ve ankanın sırtına biner. Tam kuş uçacakken insan güle uzanır. Başına taç yapar onu. Kuş uçar semaya, insan da ulaşır en son noktaya. Sunar tacını sultanına. Ve sultan gülümser ona.
Güller, son defa yazılsa bahara
Bülbüller son defa dokunsa kulağa
Kelebekler son kez kanatlansa semaya
Güneş son kez veda etse dünyaya
Ve bakışın, son bakış olsa bana
İstemem asla istemem derim
Güller hiç solmasın isterim
Bülbüller asla susmasın derim
Varlığıysa ölesiye severim
Ben bekanın âşığıyım dostlar
Fani sevmeler benim neyime
Bekası olmayan aşklar beni soldurur
Şu fani ömrüme hep elemler doldurur.
AŞK ANCAK SAHİBİNİ BULURSA GÜLDÜRÜR.
Abdurreşid Şahin
O VARMIŞ, yok yokmuş.
Ezel zaman dışında ebed kalbin içindeymiş.
Yaratıklardan öte, ama her şeyden yakın, bir sultan varmış. Bu sultanın bir de, gözlerin hiç görmediği, hayalin tahattur bile edemediği, akıllara sığışmayan güzellikte bir bülbülü varmış.
Sultan bir gün bülbülüne, hükmettiği âlemleri göstererek “Bütün bu âlemleri senin için besteledim. Git, gez âlemlerimi de o besteyi bana oku. Ben de kendi bestemi senin sesinden dinleyeyim.” der ve bülbülü uçurur varlık âlemlerine.
Bülbül âlemlerde bestelenen bütün sadaları dinler. Semanın eşsiz derinliklerinde devasa notalarla kusursuzca nazmedilmiş manzumeleri okur. Üzerine milyarlar yıldız şebnemleri kondurulmuş galaksi güllerinden bir demet musika-i ilahi devşirir. Vecd ve şevk ile âlemleri seyrederken gözüne küçük bir gezegen ilişir ve merakı onu oraya cezb eder. Dünyayı baştan başa dolaşır ve dinlediği eşsiz besteler karşısında hayranlığını gizleyemez. Hele bir tanesi onu kendinden geçirir. Seher vaktinin serinliğinde helezonik şebnem notalarıyla bezenmiş kadife sayfalı gül güftesini görünce, tüm âlemin o gülde bestelendiğini farkeder. Sultanının eşsiz sanatı karşısında secdeye kapanıp “Senin sanatın seni en güzel şekilde övmekte, ben seni layıkıyla övemem.” der. Sonra beste yerine sultanına götürmek üzere o Muhammedî gülü dalından koparıp efendisine götürür. Ve ona, “Sana bütün kâinatın bestesini getirdim, ben bundan daha mükemmel beste dinlemedim. Senin sanatını bu GÜLden daha güzel besteleyen ne olabilir ki?” diye arz-ı hal eder.
Sultan tebessüm eder bülbüle. Ve ona “Bu gül benim aynamdır. Kim ona bakarsa beni bütün haşmetimle görmüş olur. Halbuki ben görünmez bir hazineyim. Hazinenin anahtarı da bu gülde saklıdır. Ve sen ey bülbül, bu gülün okuduğu bestesin. Kim sana kulak verirse gül destesinin bestesini benden işitmiş gibi olur. Ben gülde kendimi seyreder sende de esma ve sıfatlarımı sergilerim. Böylece senin gözünde kendimi seyrederim. Gören de ben, işiten de benim. Bütün görmeler ve işitmeler bendendir.
Hadi şimdi git, bu gülü nasıl bestelediğimi gör ve güle âşık bülbüleri bul ve bana çağır. Zira her gülde görünen benim ve her bülbül beni besteler.”
Bülbül uça uça dünyaya ulaşır. Fakat bu kez gördüğü manzara onu şaşırtır. Burası ölüler diyarı olsa gerek, güzellikten pek nasibi olmamiş galiba diye düşünerek yere alçalır. Gide gide bir mezarlıgın içine girer kuru bir dalın üzerine tüneyerek etrafını seyretmeye başlar. Manzara gerçekten de etkiler onu. Mevsimlerden kış ve her şey bütün güzelliklerinden soyulmuş haliyle çırılçıplak durur bülbülün önünde.
Toprağın yeşilden mahrum karası, semadaki bulutların karalar üstüne düşmüş karası, ağaçların iskeletlere dönmüş haliyle birlikte mezartaşlarının yosun tutmuş karaltısı etrafa kasavetli bir hava katıyordu. Kimsesizlik, yoksulluk ve yosunluk bütün her yeri kaplamıştı.
Hüzünlenir bülbül yoksulluğun ve yoksunluğun acısını ta yüreğinde hisseder. Gözleri mezarların üstünde gezerken kulağına derinden bir takım sesler gelir. Bir an gözündeki perde kaldırılır ve toprağın altında yatan tohumları farkeder. İyice kulak verdiğinde o seslerin tohumların kalplerinin haykırışı olduğunu anlar. Hayat sahnesine çıkma arzusunun ifadesi olan “vucut vucut” sadalarını işitir.
Bülbülün kalbindeki hüzün iyice derinleşir ve yüreği o acizlere karşı sınırsız bir şefkatle dolar. Onların kalbinde aşk-ı bekayı okur ve lisanı “yokluktan varlığa çıkış” bestesini terennüm eder.
Bülbülün acı acı inleyişi âlemi hüzne boğar bütün âlem, “Evet evet evet biz de istiyoruz ey sultanımız.” diye haykırır semaya. Derken kara bulutlar semanın yüzünden çekilir, güneş gülümser varlıkların yüzününe. Kasavetli dağların yüreğindaki buzlar çözülür, ırmak ırmak yaşlar akıtır ovaya. İçindeki varlık coşkusu taşar, güneşin ellerinde ulaşır semaya.
Ve semayı bu kez rahmet bulutları sarar. Bülbül vecde gelir bu kez de “hayat” bestesini işttirir bullutlara. Bülbülün hoş nağmesiyle çoşan bulutlar şimşekler çakarak rad ile konuşturur semayı. Ab-ı hayatı kızıştırır. Kara toprağın ölü bedenine hayat öpücüğünü kondurur. Tohumların yüreğine dokunur hayat. Baharla yeşil yeşil gülümser dünya. Yanağına pempe çiçekler kondurur. Fakir toprak fahr eder sultanın ikramıyla. Fakrı fahr olur, baharın gülümseyen yüzünde okunur.
Bu sefer aşkın bestesini seslendirir bülbül şevkle. Yüreği lisanında dillenir. Çiçeklerin âşıkları doldurur âlemi, kelebekler latif öpücükler kondurur bahara. Arılar muhabbeti dokur bal dudaklarda. Ve gül bahara gülümser. Bülbül hayran olur. Kalbinin kanıyla boyar onu. Âlemi onunla güldürür.
Derken bir insan gelir dünyaya. Ellinde gönül sepeti. Saldırır etrafa. Elinde neyi tutarsa soldurur. Sepetine sığdıramaz âlemi. Yüreğini ıssız çöle döndürür.
Ve bülbül “beka” bestesini okur gülün başında. İnsan, “Evet, işte benim bestem.” Der, yönelir güle doğru. Gül gülümser insana. İnsan gülde bütün âlemleri görür. Bülbülün terennüm ettiği bütün nağmeleri, mücessem halde gülün yüzünde okur. Tohum olur, gül ve bülbülün nağmesiyle kâinat çıkar içinden. Ve insan, sesin geldiği yöne bakar. Bülbülü farkeder. Bülbülün tüyleri renkten renge bürünür dev bir zümrüd-i anka görünür ona. İnsan, “Ya baki!” der ve ankanın sırtına biner. Tam kuş uçacakken insan güle uzanır. Başına taç yapar onu. Kuş uçar semaya, insan da ulaşır en son noktaya. Sunar tacını sultanına. Ve sultan gülümser ona.
Güller, son defa yazılsa bahara
Bülbüller son defa dokunsa kulağa
Kelebekler son kez kanatlansa semaya
Güneş son kez veda etse dünyaya
Ve bakışın, son bakış olsa bana
İstemem asla istemem derim
Güller hiç solmasın isterim
Bülbüller asla susmasın derim
Varlığıysa ölesiye severim
Ben bekanın âşığıyım dostlar
Fani sevmeler benim neyime
Bekası olmayan aşklar beni soldurur
Şu fani ömrüme hep elemler doldurur.
AŞK ANCAK SAHİBİNİ BULURSA GÜLDÜRÜR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)